Gazeteciler neden müebbetle yargılanmaz?
Yargıtay, ‘’Kanunun aradığı cebrîlikten maksadın fizikî/maddî cebir olduğu açıktır” diyor. Sözle, yazıyla cebir ve darbe suçu olmaz…
04.10.2017
Dünyada hapishanelerdeki toplam gazetecilerin yarısı Türkiye’de. Hapiste en az 170 gazeteci var.
Hapishanedeki gazetecilerin yaklaşık üçte biri “ağırlaştırılmış müebbetle” yargılanıyor. Üstelik o kadar ‘’suçlular’’ ki bir değil, üç kez müebbet isteniyor.
İddianameler, gazetecilerin TCK’nun 309., 311. ve 312. maddelerine göre yargılanıp, cezalandırılmasını talep ediyor.
TCK’nun 309., 311. veya 312. maddeleri nedir?
Hatırlatayım; “cebir ve şiddet” kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını veya hükümetini ya da parlamentosunu ortadan kaldırmaya fiilen “teşebbüs” etmeyi kapsıyor.
Bu üç maddenin kapsadığı suçlar için aradığı suç koşulları “cebir”, “şiddet” ve teşebbüs”ün olması. Yani suçun sabit olabilmesi için anayasal düzeni, parlamentoyu veya hükümeti ortadan kaldırmak için eyleme geçmiş olmak, “cebir ve şiddet” kullanmak gerekiyor.
Kanun maddeleri çok açık, farklı bir yoruma yer vermeyecek kadar net ve berrak.
Bu maddelerde aranan suç unsuru 2007 yılına kadar “cebir ve tehdit” idi.
2007 yılında, “tehdit” kavramının arkasına sığınılarak “fikir özgürlüğü siyasal iktidar tarafından katledilmesin” gerekçesi ile yasa maddelerinden “tehdit” kavramının çıkarılması, yerine “şiddet” kavramının konulması dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek tarafından önerilmiş ve bu öneri AKP-CHP tarafından oy birliği ile kabul edilmiş.
Maddedeki değişim gerekçesine de “tehdit” kavramının “fikir özgürlüğünü” ortadan kaldırmaya elverişli olduğu için yerine “şiddet” unsurunun konulduğu yazılmış.
Özetle; “cebir” ve “şiddet” ayrıca da “fiili iştirak” olmadan hiç kimsenin bu maddelerden yargılanamaz hale getirilmesi hedeflenmiş.
Ancak, 15 Temmuz sonrası TCK 309., 311. ve 312. maddelerinin unsurları ortadayken televizyon programı, yazı, kitap ve tweet nedeniyle gazeteciler “terör” suçlusu, “darbe” sanığı haline getirilerek, algı operasyonu amacıyla da birkaç kez müebbetle yargılanır oldu.
Ben baba mesleği hâkimlik olan, kendisi de 27 yıldır avukatlık yapan bir hukukçuyum.
Ömrü hayatımda ve meslek yaşamımda bugünkü gibi açıkça göz göre göre hukuk mevzuatımızın bizzat yargı bürokrasisi tarafından rafa kaldırıldığı bir dönem ve tarihsel kesit anımsamıyorum.
Fikir ve duruşlarından dolayı, anayasal hakları ve güvenceleri yok sayılarak “terör” sanığı yapılan insanların, hapishanelerde olmadık suçlamalar ve ağır algı operasyonlarıyla hürriyetlerinden mahrum edildikleri başka bir dönem hatırlamıyorum. Şunu da vurgulamak isterim; haklı olarak yerden yere vurduğumuz askerî dönemlerin bile bir hukuk anlayışı ve bugünle kıyaslandığında görece bir dikkati vardı.
“Cebir ve şiddet” kullanmayan, fiilen cebir hareketinin içinde yer almayan bir kişinin ağırlaştırılmış müebbet içeren TCK 309., 311. ve 312. maddelere göre yargılanamayacağını en son olarak FETÖ davalarına yönelik adeta bir uzmanlaşma içinde olan Yargıtay 16. Ceza Dairesi de çok taze bir kararında (2017/1443-4758) açıkça vurguluyor. Yasadaki başka bir yoruma yer bırakmayan içeriği yeniden berrak bir şekilde hatırlatıyor.
Yargıtay, 14 Temmuz 2017 tarihinde oy çokluğu ile aldığı kararda “cebir ve şiddet bu suçların unsurunu oluşturmaktadır. Bu nedenle anayasal düzenin değiştirilmesine yönelik teşebbüsün ancak cebir ve şiddet kullanılarak yani bireylerin iradeleri zorlanmak suretiyle ifsat edilerek gerçekleştirilmesi gerekir. Kanunun aradığı cebrîlikten maksadın fizikî/maddî cebir olduğu açıktır” demektedir.
Mahkemelerin yasayı ve Yargıtay’ın “15 Temmuz darbe suçları” ile ilgili son içtihadı yok sayarak, gazetecileri terör kontenjanından zorla ve algı yaratarak içeride tutmaya çalışması bu dönemin alameti farikası olacak, yarın faillerini ağır şekilde utandıracaktır.
Bazı gazeteci iddianamelerinde de kanıtsız, afaki, “ben yazdım oldu” yaklaşımıyla ortaya atılan “darbeyi önceden bilmek” yaklaşımıyla “manevî cebir” suçu yaratma gayreti içine girdikleri görülüyor.
Bu hayret verici, şaşırtıcı, garip ve hukuksuz gayretkeşliğe de en okkalı yanıtı atıf yaptığım 14 Temmuz 2017 tarihli Yargıtay 16. Ceza Dairesi içtihadı veriyor.
“Darbeyi önceden biliyor” suçlamasıyla gazetecileri terörist, darbeci veya her ikisi gibi suçlamanın Yassıada yargılamalarından kalma faşist bir zoraki uygulama olduğunu anımsatıyor.
“Manevî cebir kavramı me’haz kanun bakımından Faşizmin, Türk Ceza Hukuku yönünden ise meşru siyasi iktidarın yargılanmasına gerekçe arayan 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra o gün iktidarda olanları yargılamak amacıyla kurulan Yüksek Adalet Divanı’nın eseridir. Bu nedenledir ki, özgürlükçü çağdaş demokratik hukuk devletinde bu görüşün savunulabilir tarafı yoktur”.
Bu anımsatmayı da şöyle hükme bağlıyor;
“Failin fiili hakkında bilgisi, iştirak iradesi sağlamaya yeterli değildir.”
Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin FETÖ davalarına yönelik ve TCK 309., 311. ve 312. madde uygulamalarına fevkalâde berraklık getiren 14 Temmuz 2017 tarihli içtihadı, bu garip ve hukuksuz suçlamalarla tutuklu gazeteci hürriyetini yok eden kimi mahkemelerce alenen “yok hükmünde” muamele görüyor, rahatça suç işleniyor.
Gariptir ki, ilgili çevreler henüz bu son içtihada henüz gereken ilgiyi göstermediler.
Hoş yasanın çok açık olduğu, ayrıca içtihada gerek olmadığı söylenebilir, bu haklı bir savdır.
Şaşırtıcı olan ise ne yasayı ne içtihadı dikkate almayan, hukuk dışına çıkarak zorla gazetecileri içeride tutan yüz kızartıcı ve hukuk devletini yok eden yaklaşımdır.
Son söz olarak; köşe yazıları ile “cebir ve şiddet” fiilinin “faili” olamayan gazetecileri TCK 309., 311. veya 312. maddelerinden ağırlaştırılmış müebbetle yargılıyor gibi yaparak, onları terörist olarak sunmak, hürriyetlerine, özgürlüklerine kast etmek yarın çok tartışılacak bir kasttır.
Neye kast?
Hukuk devletine.
Anayasal özgürlüklerini kullanarak mesleklerini yapan gazetecileri terörist ilan etmek, darbecilikle suçlamak, algı operasyonları ile içeride tutmak hukuken kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
Sadece Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 14 Temmuz tarihli kararı ile bunu belgeliyor.
Gazetecilere gözdağı vereceğiz diyerek devleti yok etmenin, hukuk ilkelerini çöpe atmanın kime ne yararı var? Bu tavrın ülke prestijini nasıl mahvettiğini ise beraberce görüyoruz.
O hâlde amaç ne?
Her ağzını açacak olana göz dağı vermek isteyen sakatlanmış ruhların korkusunun esiri olarak günü mü kurtarmaktır?
Gazetecileri zorla tutsak etmeye son vermenin zamanının gelip geçtiğini, FETÖ davalarında pusula rolü oynayan Yargıtay 16. Ceza Dairesi de söylediğine göre mesele ve amaç nedir?
Gazetecileri rahat bırakın….