Vampirler, ilişkiler, sınırlar

Dışarıdan rahatsız edici bir vızıltı geliyor gibiydi. Sonra vızıltının içimde biryerlerden geldiğini anladım

ÜMİT KIVANÇ

07.10.2017

Vampirli bir roman tasarlamıştım. Ailesinin göz açtırmayan baskısı altında yaşayan bir genç kız, geceleri etrafta dolaştığını tesbit ettiği bir adamı izlemeye başlıyor, adamın vampir olduğunu anlıyor, bir plan yapıyor, kendini ona ısırttırıyordu. Kendisine zulmeden anababasına, onların bir zaman sonra öleceğini, kendisininse sonsuza kadar, hem de böyle genç, yaşayacağını durmadan tekrarlayarak, onları kendisi için kan bulmak zorunda bırakarak, günlerini sonsuz-sınırsız bir intikam şöleni gibi geçiriyordu. Ancak bir gün öfkesine yenilip anababasını ısırıyor, böylece artık sonsuza kadar birlikte yaşamak durumunda kalıyorlardı. Bu orta sınıf anababa, hem vampirliğin gereklerini “kaldıramadıklarından” hem de kendi başlarına yeterince avlanamadıklarından kızın güdümünde yaşamaya başlıyorlardı. Bir zamanlar onun asla yalnız adımını atamadığı caddelerin kuytularında, arabalarının içinde, kızın eskiden kapısından içeri dahi bakamadığı barlardan avlayıp getireceği delikanlıları bekliyorlardı.

İnsanın temel yaşamsal faaliyeti yeme-içme’yi bambaşka bir anlam ve işlevle yükleyerek yürüten, insan sûretindeki varlık, vampir. İnsan uydurması, yani insan için tahayyül edilebilir, nedense tasarlanmasına ihtiyaç duyulmuş hayalî yaratık. İnsanın temel duygusunu, aslî korkusunu şekillendiren ölümlülük sınırından, bitimliliğin kahrediciliğinden kurtulmuş olmasıyla, başlıbaşına bir felsefî sorun zemini ve çerçevesi. Hem hakkında uydurulmuş tutarlı efsaneden bilebildiğimiz kadarıyla kimliği-kişiliği hem de bizzat uydurulmuş oluşu. Kimbilir belki insanın hayatî ihtiyaç duyduğu tamamlayıcılardan.
 
Elimde bir tomar kağıt, yüreğimde endişe
 
İnternetin henüz yalnız lafı vardı. Edinebildiğim ilk bilgiler inanılmaz görünüyordu. Bu işin öncülerinden bir arkadaşımın bürosunda, azımsanmayacak uğraşlardan -ve o meşhur modem sesini defalarca dinleyip zihnimden tekrarlayabilir hale geldikten- sonra bağlanılabilen bir görünmez âlemde kelimeler girip aramalar yaptık. Meselâ, dedim, vampir konusuyla ilgili bilgi bulabilir miyiz? Bulduk. Bir saat kadar sonra, bulduklarımızın kalınca bir klasöre denk çıktılarıyla oradan ayrıldım. “Abi şunları yollayıver bana” diyebilmeye daha çok vardı.

Evde o yığını oluşturan sayfaların birini bırakıp birini alırken, merak eden, araştıran, öğrenmekten zevk alan, öğrendikçe yeni bilgi arayan insanlar olarak muazzam bir imkâna kavuşmakta olduğumuzu hissediyor, heyecan duyuyor, inanamıyordum.

Gerçi bir şey olacak, nazar değecek endişesine kapılıyordum, ama “bunu bize böyle bırakmazlar” kötümserliğinin içimde birden boy atıvermesi daha sonra, “internete girme”nin doğallaşmaya başladığı dönemde oldu.

Bilgisayarda video kurgusu birdenbire ulaşılabilir hale gelmişti. Ama eğer on binlerce dolarlık bir sisteme sahip değilseniz çok sorunlu, birçok şeyi öngördüğünüz gibi yapamadığınız, devamlı sistem çökmeleriyle karşılaştığınız, bilgisayardan kartlar söküp takmakla uğraştığınız bir evredeydi. Bunun yanısıra, o kart şu programla çalışır, bu kart bu programla çalışmazdı, programlar, kartlar, hepsi sınırlıydı.
 
Tanımadığımız dostlarla karşılaşma
 
Buna karşılık, hem pratik hem manevî bakımdan insana ummadığı yerlerden destekler ve güç kazandıran bir müthiş imkâna kavuşmuştuk: Kullanıcı grupları. Herkes karşılaştığı sorunları yazıyor, bunları daha önce yaşamış olanlar ötekilere yol gösteriyor, Avusturalya’daki adam benim sorunum için çözüm yolu önerirken, ben Almanya’daki birinin meselesini halledebiliyordum. Herkesin, başkalarının sorunlarına dair mesajları okuması, bunlara kafa yorması, cevap vermesi, âdetâ hep beraber kapitalizmin o zehirli kültürünü inkâra kalkışmışız gibi, zaten hep dayanışma içindeymişiz gibi yaşaması doğal davranış olmuştu.

Ağır gösterim (slow motion), kurgu programları için kısa zaman öncesine kadar hep sorundu. Elimizdeki program temiz ağır gösterimi beceremiyordu. Ne yapılır, çözümü var mı, diye bitmek bilmeyen sorular-cevaplar birbirini izliyordu. Ben de bir ara, “madem yaptığını kullanamıyoruz, programın ‘bunu yapıyor’ diye sunulması ne iştir” falan bâbında birşeyler yazdım. ABD’den biri, “kardeşim, temiz ağır gösterim istiyorsan şu programı al kullan, uzun etme” dedi. Ben de ona, “ulan o kaç lira!” diye şarladım, “sen ABD’de para kazanıyorsun, yaşıyorsun, sana göre hava hoş,” faslından sürdürdüm. “Al demesi kolay!” Artık o sırada sözkonusu program kaç liraydı, maaşım kaç liraydı, hatırlamıyorum, ama bu kıyaslamayı da ekledim sanırım.
Bir-iki gün sonra, “kardeş, aha şurada, al” mealinde bir mesaj aldım. Hırvatistan’dan “bir dost”tan. Yolladığı linkte sözkonusu programın kırılmışı vardı. İnternetin de hem anarşizan hem masumâne zamanlarıymış; büyük şirketlere karşı dayanışma zamanları. Programı indirip kurdum, tıkır tıkır çalışıyordu. Bugünün interletle büyümüş insanlarına pek yavan gelebilir, lâkin o sırada bu çok heyecan verici bir durumdu.

Hırvat oğlana -niyeyse genç olduğunu kurmuştum kafamda- yazdım: çok teşekkür ettim, ben senin için ne yapabilirim, diye sordum. O da, “takıl, boşver” gibisinden cevap verdi.

Heyecanıma eşlik eden tatsız duyguyu hemen başta fark etmemiştim. Dışarıdan rahatsız edici bir vızıltı geliyor gibiydi. Sonra vızıltının içimde biryerlerden geldiğini anladım. Kendi kendime şöyle dediğimi hatırlıyorum: Bunu bize böyle bırakmazlar.
 
Sınırlar meselesi
 
İnternet, bu ağa erişimi olan herkesi tanıştırıyor, konuşturuyor, bir ortamda topluyor, “sınır” deyince çoğumuzun ilk anda aklına gelen şeyi, devletlerin topla tüfekle koruduğu sınırları öylesine anlamsızlaştırıyordu ki, özellikle ayrı ayrı devletlerin egemenlerinin buna engel olmaya çalışmaması düşünülemezdi.

Fakat öbür yanda kapitalizm gibi, icabında devlet de dinlemeyen bir dinamik, o güne kadarki ezip geçme alışkanlıklarıyla sürüyordu. Bir gün burada bir gün orada az oyalanıp yanına kattığı ilave rantlarla dünyada gezinmeye devam eden, gerçekte varolmayan paralardan yapılma malî sermaye hortumları çoktan devlet sınırlarını geçersizleştirmişti. Yani sınırları delmenin deşmenin zemini de vardı. Ayrıca bir defa cini şişeden çıkarmışlar, kâh şurada kumar oynatıp kâh burada porno çektirip eğlenirken, ezcümle işlerini yerlerinden kalkmadan, üç-beş tuşa basıp, iki fare klikleyip halleder olmuşlardı.

Sosyalizm bir dönem ezilenlerin, yani insanların çoğunluğunun adil ve özgür gelecek hayali olmasaydı, muhtemelen “serbest piyasa” -ki insanlık tarihinin en büyük yalanlarından biridir, şimdilik geçiyorum- çağında envaî çeşit diktatörlükler ve tam teşkilatlı faşizm türleri varolmayacaktı. Dünya bütünleşirken, hernekadar emperyalist egemenlik dayatmaları altında cereyan etse de, bir tür dünya vatandaşlığına evrilebilecek olan evrenselleşme süreci ilerlerken milliyetçiliğin şahlanması da buna benzer bir durum olmalı. Kadınlara karşı işlenen suçların sıklık ve şiddetinin de kadınların toplum hayatında giderek daha fazla ağırlık ve rol kazanmasıyla -yine bu şekilde- doğrudan ilişkili olduğunu sanıyorum.

Şimdi devletlerin, denetleyebildikleri, sınırlanmış toprak parçaları üzerinde yaşayanlara derin şüpheyle, endişeyle, düşmanca baktıkları, her şeyi ve herkesi her an denetleyebilmek için çırpındıkları bir dönemdeyiz. Yeniden. Acaba başlıca sorumlularından biri, isteyen her insanın istediği herkesle bağlantı kurabilmesini, belki tartışmasını, belki kafa kafaya vermesini, mazallah örgütlenmesini mümkün kılan internet ağı mıdır?

Abdurrahman el-Benesevi, 19 yaşında bir Kanada vatandaşı. Talha Harun da o yaşta. ABD vatandaşı ama Pakistan’da yaşıyor. Russell Salic onların “abi” diyeceği biri, 37 yaşında, Filipinler yurttaşı. El-Benesevi onu “Ebu Halid” adıyla tanıyor. Ya da lâkabıyla: “doktor”. Bu Kanadalı genç, DAİŞ adına New York metrosunda insanları tarayıp sonra da kendilerini patlatmak ve meşhur Times Meydanı’na bombalı araçla saldırmak gibi planlar yapıyor, bunları öbür ikisiyle görüşüyor, Filipinli Salic’ten para istiyor, o da yolluyor, el-Benesevi gidip bombalar şunlar bunlar alıyor, New York’a çok uzak olmayan bir yerde bir kulübe edinip buraya yığıyor… Harun, Pakistan’da DAİŞ’in “Horasan Bölgesi”nden birileriyle irtibat kurmuş, örgütten bir de “resmî onay” alma peşindeler. El-Benesevi’ye kendini DAİŞ sempatizanı olarak tanıtıp 19 yaşındaki genci kandırmayı başaran bir gizli ajan sayesinde yakalanıyorlar. El-Benesevi ABD’de yargılandı, hapiste, öbürleri gıyaplarında yargılanıyorlar, ülkelerinde tutuklular, ABD’ye gönderilmeyi bekliyorlar. New York’u kana bulamayı planlayan üç kişi hiç karşılaşmadılar, planı yürütmeye başladılar, Harun, eylem için çağırılmayı bekliyordu. Tanışmaları, anlaşmaları, hazırlıkları, yakalanmaları… hepsi sanal âlemde cereyan etti. (Ayrıntısını merak eden buraya tıklayabilir.)

Hâlihazırdaki iktidarın, şüphesiz esas olarak iktidarda kalabilme amacıyla ortaya atıp üzerine basarak ayakta kalmaya çalıştığı “yerli-millî” formülünün muhtemel sonuçlarından biri üzerine, dünyanın gittiği ve egemenlerce elbirliğiyle gitmemesine çalışılan yönü eksene oturtarak yeniden düşünmek lazım. Bu bir çırpınışın adı. Asla yalnız Türkiye’ye özgü değil. Sırf artık meşhurlaşmış örnekler Polonya’dan, Macaristan’dan da sözetmiyoruz. “Amerika’yı tekrar büyük yapma” sloganı farklı bir içeriğe sahip değil. Rusya diktatörünün bilumum benzerlerinden önde gittiğini, hepsine örnek olduğunu unutmamalıyız.

Avrupa Birliği’ni sadece büyük patronların ortaklığı olarak damgalayan, globalleşmeye bakınca sadece emperyalistlerin güdümünü teşhis edebilen bir toplumun ferdi olarak, diyorum ki, acaba evrensellik, dünya çapındaki gelişmeler, yerel-sınırlı egemenlik alanlarını var eden dinamiklerin bunlarla çelişkisi gibi işlerle uğraşmasam da dönüp o vampirli hikâyeyi mi yazmaya çalışsam? Kanla beslenen ve sonsuza kadar yaşayacağını düşünen birilerini de tanıyorum üstelik ama neyse şimdi…