Yaşam kaynağı olarak “varoluşsal hınç”
“Ben koyunları parçalayanım.” Peki. Parçaladın, bitti; ee? Şimdi nesin? Şimdi neyi parçalayansın?
10.07.2018
“Nietsche Türkiye’yi nasıl açıklar?” başlıklı ilginç ve değerli yazısında Selim Koru, milliyetçilik, Batı düşmanlığı ve İslâmcılığın Türkiye’ye özgü bileşiminin yükselişinden sözederken, Hindistanlı yazar Pankaj Mishra’nın Öfke Çağı: Bugünün Bir Tarihi kitabına da başvurarak, çeşitli dönemlerde çeşitli toplumları sarmış o duyguya işaret etti: Hınç. Fransız aydınlanmasının ışıltısı karşısında Alman romantiklerinin kapıldığı, “dünya yanlarından geçip giderken” Rusların ve Osmanlıların pençesine düştüğü hissiyatı Mishra şöye tanımlamış: “başka insanların varlığına karşı duyulan varoluşsal hınç”. Hindistanlı yazar, bu karmaşık duygunun kaynağı şöyle teşhis etmiş: “kıskanma ile aşağılanma ve güçsüzlük hislerinin yoğun karışımı”.
Koru’ya göre, Türklerin çoğu, dünyanın yarısında işlerin tıkırında gittiğini, öbür yarısındaysa yürümediğini ve kendilerinin hangi yarıda yeraldığını bilirler. Ancak esas mesele burada değil bir adım sonrasında çıkar: “Dünyanın öbür yarısının da bunu bildiğini bilmek aşağılayıcıdır.” Yazar, Avrupa Birliği’nin hazırladığı “İlerleme Raporu” gibi yargılayıcı metinlerin Türkiye’de yolaçtığı tepkiye işaret etti: ‘sanki onlar daha yüksek bir uygarlığın mensupları da, bizim hakkımızda hükümler veriyorlar!’ diye tasvir edebiliriz bu tepkiyi.
Kredi değerlendirme kuruluşlarının “puan” ve “not”ları karşısında alınan tavırları da burada anabiliriz tabiî. Üstelik AB’nin raporları devlet işleyişinin, toplum hayatının pek çok alanını kurcalamasına rağmen bunlar yalnız ekonomik performansa ilişkin hükümler barındırmalarına rağmen.
Yani, gerçekte neye denk düştüğüne, sırf laftan ibaret olup olmadığına bakılmaksızın, muhatap nezdindeki etkisi, yaratacağı sonuç veya yolaçacağı belalar ne olursa olsun, lider çıkıp da, “Siz kim oluyorsunuz!” diye haykırdığında, bu sesin yarattığı titreşimin ulaştığı derinlikler var. Bunlar parti binalarının, miting meydanlarına çıkan sokakların, cami avlularının veya kıraathanelerin derinlikleri değil. İnsan derinlikleri.
Oradakine belki doğuştan içimizde taşıdığımız bir kütle, ur, belki parazit gözüyle bakmalıyız. Çünkü bünyeyle organik sayılabilecek bir ilişki içerisinde. Ona birşeyler zerk ediyor, buna karşılık ondan alıyor, onun iyiliklerini eksiltirken onu şekillendiriyor.
Hayatın merkezindeki “başkası”
Koru’nun, Türkiye’de egemen İslâmcılığın ne kadar sahiden İslâmcılık olduğu/olmadığı sorusuna cevap ararken ulaştığı sonuç da böyle bir simbiyoz ilişkisine işaret ediyor: İslâmcılığın “eylemi belirleyen ilke” değil, “Hınca evsahipliği eden ideoloji” olduğunu ileri sürüyor yazar. Cumhuriyet’in geleneksel “temel çelişki” tanımını tartışmaya açtığından -ve aşağıda kapıyı aralayıp kafayı azıcık uzatmaya çalışacağım karanlık dehlizlere bizi sürükleyebileceğinden- bu görüşün pek rağbet görmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Nâçizâne, ırkçılığı toplumun bir kısmını basbayağı ortadan kaldırmaya vardırmış, bunu defalarca denemiş, yapmış, devletin resmî güvenlik kuvvetlerini parti işaretleri ve sloganları kullanır hale getirmiş milliyetçilerle, ırkçılığı kategorik olarak reddetmesi gereken İslâmcıların tam bu “sayede”, ırktan da dinden de daha derindeki ortak payda “sayesinde” kolayca birbirlerini anlayabildiklerini, hissiyat paylaşabildiklerini ve biraraya gelebildiklerini düşünüyorum: “başkalarının varlığına karşı duyulan varoluşsal hınç”… ne müthiş tarif. Ve bu ortak payda üzerinde biraraya gelebilecekler şu bahsettiklerimizle sınırlı değil.
Uzun yıllar önce, AKP’nin A’sı yokken, gelin görün ki, cami hoparlörlerinin volümleri sürekli artırılırken, üstelik o vakitler korkunç kötü okunan ezanların berbat hoparlörlerden, amplifikatörlerin mâkûl gücünü zorlayarak verilmesinden ötürü ezan ezanlığından çıkarılır, rezalete sebep olunurken hep düşünürdüm, ‘neden böyle yapıyorlar?’ diye. Bir gün nihayet, ezanın müminleri namaza çağırmak için değil, birilerine bir şey ispat etmek için bu şekle sokulduğunu akıl edebildim. O bir egemenlik iddiasının “seslendirilmesi”ydi. İbadetle alâkası ikincildi. Derinden gelen, güzel okunan ezana inanmayan insan da kulak verebilir, kimbilir, dinlerken zihni veya ruhu belki kimi ufuksuz dindarın asla ihtimal veremeyeceği şeylerle meşgûl olabilirken, bizzat o derinlikte birşeyler arayanlar çıkabilecekken, dindara göre din eğer kainatın topyekûn izahı ise, en başta ona derinliği yakıştırması gerekirken, tam aksi tercih ediliyor, ezana sesi köklenmiş cızırtılı belediye hoparlöründen yapılan siyasî propaganda muamelesi revâ görülüyordu! Neden?
Nedenini bulmuştum ve bu beni müthiş rahatsız ediyordu. O zamanki salaklığım, böyle bir dünyevî ihtirasın, üstelik ezan gibi şahsiyeti, ağırlığı sıkı sıkı korunması gereken bir pratiğe bulaştırılmasından bu dünyada tahakküm peşinde koşmadığını düşündüğüm geniş bir dindarlar topluluğunun da rahatsız olacağını sanmamdı.
Koyunlar bitince kurt
Bugün artık biliyoruz ki, böyle bir rahatsızlık meğer bizim topraklarımıza uğramamış. Çünkü esas mesele din değilmiş. Dini ırkla kaim kılmak ve güya “geçici mekân” sayılan bu dünyada her türlü iktidar elde edebilmek, her şeyden önce, din-ırk karışımı bir kimliğe yaslanarak başkalarına tahakküm etme “yetkisini” kendi varoluşuna ait hak saymak, herhangi bir dinin mensupları için ilkesel-yapısal meşruiyet sorunlarına yolaçacak çok büyük arıza. Fakat bizde sayılmıyor. Bizde böyle bir sorun dahi yok. İnsan zulmetmekte, günah işlemekte olduğunu hiç bilmez mi? Ne örnekler sıralayabiliriz… Elbette bilir, bunu bilerek yaptığında da dinî meşruiyeti elbette yok olur. Artık tek dayanağı kudrettir, yani zordur.
Joseph Goebbels, 1928’in 30 Nisan’ında, Nazilerin parlamentoya girişine dair şöyle yazmıştı: “Dostlar olarak gelmiyoruz. Tarafsızlar olarak da gelmiyoruz. Düşmanlar olarak geliyoruz. Kurt koyun sürüsüne nasıl dalarsa, öyle geliyoruz.” Mevcut iktidar koalisyonu etrafında hüküm süren haleti ruhiyeyi böyle tarif edersek yanılmış olmayız sanırım.
Ancak burada kendimizi meselenin varoluşsal faslıyla sınırlayalım: Bütün koyunları parçaladığınızda kendinizi nasıl tarif edeceksiniz? “Ben koyunları parçalayanım.” Peki. Parçaladın, bitti; ee? Şimdi nesin? Şimdi neyi parçalayansın? Varoluşunuzun kaynağı olan hınca, sadece kendi olumlu hedeflerinizle “yetinerek” asla varolamayacağınızı hissedişinizin getirdiği çaresizlik ekleniyor. Dünyevî olumlu hedefiniz parçalamaktan ibaret. Dünyevînin ötesini de kendi ellerinizle yok ettiniz; ne olacak?
Hınca dönelim. Varoluşsal ikilem var burada. Varoluşunu başkalarınınkine tâbi kılmışsın. Ama kıskanarak, ama gıpta ederek, ama hınçla… Parçalanacak kimse yoksa kendini yok edebilecek bir tahribat potansiyelinden sözediyoruz. Düşmansız yaşayamayacak, hayatına, varlığına başka türlü anlam kazandıramayan canlılardan.
Daha geniş ve iddialı hükme şimdilik sadece işaret ederek bitiriyorum. Gözlerimizin önüne çektiğimiz perdeleri azıcık aralamamız gerekli, bu konuda konuşabilmek için. Ve tabiî hiçbirimiz bunu yapmak istemiyoruz. Hele kendimize ayna tutmak!.. Hele içimize! Mazallah…
O kütleden hepimizin içinde var.
Oluşturabildiğimiz her türlü toplu yaşama çevresinde -en genişi ülke-toplum, daha darları “mahalle”, “siyaset” vs.- büyümemize, yetişmemize, yerleşmemize, eylememize yön veren kuvvet, “başkalarının varlığının bizde yarattığı varoluşsal hınç”. Siyasî görüş ayrılığı, yaşam tarzı farkı vs. gibi gözüken ayrışmalar, ezici çoğunluğumuz için, birlikte yaşanamayacak, çözülmesi gereken acil sorunlardır. “Birlik-beraberlik” bu yüzden sadece laf ola beri gele siyasî hamaset değil, sahici bir ihtiyacın, kökü içeride, derinde yatan bir ihtiyacın dile getirilişidir. “Kimse kendinden farklı olanla komşu olmak istemiyor” yollu araştırma sonuçları, renkli haberler değil, ağır hastalığa dair teşhislerdir. Kendini yukarıda gören de sözkonusu ihtiyacını gidermiş olmuyor, rahatlamıyor, tatmin duyamıyor. Hep bir yukarıdaki var. Kimse olmazsa “Batı” var.
Genel olarak paylaşılan tümör, hukuksuzluğu, adalet -hakların herkes için geçerli olması- kavramının yokluğunu, adaletten muradın ne olduğunun kimse tarafından bir türlü tam kavranamayışını izah ediyor. Bu genel ve yaygın zemin, hastalığı normalleştiriyor, bünyesindeki “kıskanma, aşağılanma duygusu ve güçsüzlük karışımı”nı tahripkâr kudrete dönüştürme peşindekine meşruiyet sağlıyor. Oysa azar azar çeşitli erdemlerden oluşan panzehir buna engel olabilirdi.
Bir toplumun haleti ruhiyesine ve davranışlarına neden derinlere yerleşmiş böyle tümörler içerik, şekil ve renk veriyor? Dönüp hiç kendine bakmadığından mı? Peki niye bakmıyor?