Macron’un işkenceyi kabulü: Audin Vakası
Mitterand Fransız devletinin işkence yaptığını kabul etmemişti; Macron Cezayir Savaşı esnasındaki savaş suçlarıyla yüzleşme çağrısı yaptı
06.10.2018
13 Eylül’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Fransa’nın Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962) sırasında yaptığı işkencenin ve kötü muamelenin temsili olan Maurice Audin’e işkence yaptığını resmen kabul etti ve 87 yaşındaki eşi Josette Audin’i ziyaret ederek özür diledi. Audin’i ziyaretinde, artık yeni bir çağın açıldığını ve Fransa’nın savaş suçları nedeniyle kaybolanların tespiti için arşivlerin açılacağını söyledi. Videoyu şuradan izleyebilirsiniz. Fransa aynı zamanda, Cezayir Savaşı sırasında devlet tarafından kaybedilen kişilerin aranması için arşivlerin yanı sıra, ailelerin kayıplarını bildirmesi için çağrıda bulundu.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı
Cezayir’de, ülkenin 1830’da Fransızlar tarafından işgal edildikten sonra bağımsızlığına kavuşmak için yani FLN’nin (Front de libération nationale/Ulusal Özgürleşme Ordusu) askerî kolu olan ALN’nin (Armée de Libération Nationale) harekete geçmesi, egemen ve bağımsız bir Cezayir için silahlı mücadeleye girişmesi 1954’e denk geliyor. Daha yeni büyük bir kolonisini kaybeden Fransız hükümeti, bu yeni başkaldırıya karşı kazanmaya ve koloniyi elinde tutmaya kararlıydı. Yaptığı ilk işlerden biri, Komünist Parti’yi dağıtmak oldu. Böylece yerine, FLN kuruldu.
Aynı yıl FLN, çoğunlukla Kahire’den yaptığı yayınlarda Cezayir’in İslamî usûllere uygun ve egemen olarak kendi kendini yönetme hakkını savunuyordu. O zaman Fransız içişleri bakanı olan François Mitterand, ülkenin bir ili olarak saydığı Cezayir’in bağımsızlığını kesinlikle kabul etmeyeceğini ve bu durumda savaştan başka hiçbir çare kalmadığını duyurdu.
FLN’nin bir sene sonra, yani 1955’te, 120 sivili Philippeville’de öldüren katletmesinin üzerine Fransız hükümeti, ordusu ve linç kitleleri sayesinde (pied-noir adı verilen vigilante’ler) on iki bine ulaştığı tahmin edilen bir katliam gerçekleştirdi. Cezayir bu katliamdan sonra artık resmen savaşa girdi.
Bu arada Fransa dört yüz binden fazla lejyonu Cezayir’e gönderdi. En sonunda, karşılıklı ciddi miktarda şiddetin kullanılmasından ve birçok sivilin katledilmesinden sonra, Fransız General, eski ve yeni başkan Charles de Gaulle 1959 yılında kendi kaderini tayin etme hakkıyla ilgili efsanevî konuşmasını yaptı.
En sonunda de Gaulle, 3 Temmuz 1962 yılında Cezayir’in bağımsızlığını ilan etti. FLN’nin verdiği sayılara göre her iki taraftan asker ve sivil toplam 300.000 (ve bazılarına göre bir milyon civarı) kişi bu savaşta katledilmiştir.
Olayın daha detaylı bir anlatımı Cem Akbalık’ın Biamag’deki 16 Eylül tarihli yazısında bulunabilir.
Maurice Audin: C’est dur, Henri
Maurice Audin, Cezayir Üniversitesi matematik bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışan bir Fransızdı. Maurice Tunus’ta doğmuştu ve ailesiyle birlikte Cezayir’e göç etmişti. Babası jandarmaydı. Katledildiğinde 25 yaşındaydı ve bir yandan doktora tezini bitirirken, bir yandan üniversitede ders veriyordu. Anti-kolonyalist ve işgal karşıtı bir aktivist olan Audin aynı zamanda, Maurice’in ölümünden iki sene önce Fransız hükümeti tarafından zorla kapatılmış Cezayir Komünist Partisi üyesiydi. Artık Cezayir Komünist Partisi, Front National de Libération (FLN) adı altında çalışıyordu.
Audin’in tutuklanmasına yol açan, Alger républicain’in editörü Henri Alleg’in Audin’in ismini vermesi olduğu söylenir. Hemen ertesi gün ise Audin’in aile evine bir uydurma baskın düzenlenmiş, terörizm komplolarını gösterir nitelikte kanıtlar bulunduğu açıklanır. 11 Haziran 1957 tarihinde İlk Paraşütlü Birlik tarafından üniversiteye yakın bir yerde yakalandıktan sonra sorgu için, El Biar’da yedi katlı inşaat halindeki bir bina olan Villa Susini’ye götürülür. Maurice’i en son gören kişi anlaşılan Alleg’dir. Alleg’in daha çok itirafta bulunması için işkenceci Fransızların psikopat komutanı Doktor lakaplı André Charbonnier, hâlihazırda işkence ettikleri Maurice’i kendisine gösterir. Alleg, ona nasıl olduğunu sorar. “C’est dur, Henri”, der Maurice. “Çok zor, Henri.”
Audin’in ölümünden önce onu gören bir diğer kişi de, dergi editörü ve komünist doktor Georges Hadjadj’dı. Maurice öldürülmeden önce birlikte tutuldukları hücreden, Maurice götürüldükten sonra silah seslerini duyan ve Maurice bir daha geri gelmediği için öldüğünden emin olan da doktordur. Hadjadj, aynı Ben M’hidi (Cezayir FLN Başkanı) ve Ali Boumandjel (FLN yurtdışı sorumlusu) gibi ağır işkenceler görmüştür. Daha sonra Alleg de Hadjadj da kurtulmuşlardı.
2006’de vefat eden Fransız tarihçi, hem Antik Yunan üzerine çalışmalarıyla hem de aktivizmiyle tanınan ve EHESS’in bilinen hocalarından Pierre Vidal-Naquet, Maurice Audin’in kaybolması ve Fransa’nın Cezayir’de yürüttüğü diğer işkence vakaları üzerine 1958’de L’Affaire Audin kitabını yazdı. Bu kitapta, Maurice’in izlerini takip eden Vidal-Naquet, Fransız devletinin yalanlarını da ortaya çıkardı.
Henri Alleg’in Audin’in ismini vermesinin nedeninin, Fransız işkencecilerin Henri’yi karısına tecavüz etmekle suçladığı olduğu anlatılır. Henri ile Audin’in bu son görüşmesinden sonra, General Jacques Massu’nun emriyle Maurice birkaç gün içinde öldürülmüştür. Yetkililer, Audin’in hapishaneden kaçtığını ve bir daha bulunamadığını açıklamışlar ve kayıtları da bu şekilde düzenlemişlerdir. Vidal-Naquet kitabında, Maurice’in oradan kaçmasının nasıl mümkün olmadığını anlatır.
Vidal-Naquet’nin anlattığı şekliyle ise Maurice, Teğmen Charbonnier tarafından sorgu sırasında yaşadığı bir öfke patlamasında boğazlanarak öldürülür. Diğer varsayımlar ise ise aslında Alleg öldürülmek istenirken, işkenceci Fransız yetkililerin yanlışlıkla Maurice’i öldürdükleri yönündedir.
General Massu ise 2002 yılına kadar yaşamış, birçok savaş madalyası almıştır. General Massu’nun en azından pişmanlığa benzer bir üzüntü duyduğu işkence emirleri, anlaşılan Massu’nun Cezayir’deki FLN militanlarının ayaklanmalarını ve mücadelelerini bastırma emrini verdiği Paul Aussaresses’i pek de etkilememiş. Massu 2000’de yaptığı bir röportajda şöyle diyor: “Şimdi Cezayir’deki zamanlarımızı düşününce üzülüyorum. Bazı şeyleri farklı yapabilirdik.” 2013’e kadar uzun ve sağlıklı bir hayat yaşayan Aussaresses ise, yaptıkları işkencelerin gerekli olduğunu, sonuçlarının ise başarılı olduğunu anlatmıştır.
Tüm bunlar olurken Maurice’in eşi Josette Odin, evde çocuklarıyla birlikte hapis tutuluyordu. Birlikler evinden çıktığı ve dış dünyayla iletişim kurduğu andan 13 Eylül 2018’de Macron’un özrüne kadar, sürekli mücadele etti. Maurice’e ne olduğunu çok iyi biliyordu tabii ki. Josette, devlet yetkilileriyle buluşmak istedi, ve bir dava açtı. 13 Ağustos 1957’de Le Monde, Josette tarafından yazılmış bir mektubu yayınladıktan sonra eylül başında Vidal-Naquet Josette’le iletişime geçti ve bir ulusal komite oluşturmayı teklif etti. Komite, istediği başarıyı elde edemedi ve bu mevzu, Vidal-Naquet’nin kitabıyla birlikte uzun zaman konuşulmadı. Herkes Charbonnier’yi suçluyordu.
Josette en sonunda Maurice’in ölüm belgesini Cezayir’den 1963 yılında alabilmişti. Fransa’da bu belgenin tanınması için üç yıl geçmesi gerekti. 2007 yılında, Josette Sarkozy’ye bir mektup yazarak Fransa’nın sorumluluk almasını istediyse de başarılı olamadı.
2012 yılında Nouvel Observateur’de çalışan muhaberi Nathalie Funès’in eline geçen belgede, Maurice’i Charbonnier’in değil bir başka teğmen olan Garcet’in öldürdüğü yazıyordu. Bunu ölmeden önce, her türlü işkencesiyle çok gurur duyan Aussaresses de onayladı.
Modern yalanlar ve işkence
François Mitterand, ne iç işleri bakanı olduğu Cezayir Savaşı esnasında ne de cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı sırada, Fransız devletinin işkence yaptığını kesinlikle kabul etmedi. Mitterand’ın aksine Jacques Chirac Vichy Fransası’nın Nazilere yardımları ya da Guelma’daki katliamlar konusunda çok netti—bununla birlikte Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları konusunda hiçbir şey söylemedi. Nicolas Sarkozy de Chirac’ın yolundan gitmeyi seçti. Maurice’in gözaltında öldüğünü söyleyen ilk Fransız başkanı François Hollande’dır.
Vidal-Naquet’nin İngilizce kitabının başlığı boşuna değil: İşkence: Demokrasi’nin Kanseri, Fransa ve Cezayir 1954-62. Kitapta, Cezayir bağımsızlık mücadelesini verirken terörist ilan kişilere karşı işkence ve sair kötü muamele kullanımının nasıl yavaş yavaş meşrulaştığını ve günlük davranış haline geldiğini anlatır. Demokrasi, işkence ve kötü muameleyle birlikte yok olur, zaten gerçek dünyada bir köyü kurtarmak amacıyla yakamazsınız.
Bu başlık, hukukun da ancak devlet izin verdiği sürece geçerli olduğunu ortaya koyuyor. (Bu açıdan belki de tek gerçek, ve devletin tek taraflı iradesinden bağımsız olarak tek başına var olabilen hukuk, uluslararası hukuktur… Ama zaten Grotius demiyor muydu, uluslararası hukuk bir Hobbesçu doğal-durum hâlidir diye…Bu nedenle belki de uluslararası hukuk mücadelesi, devletleri dövebiliyor.) Bunu sadece kitabın başlığı da söylemiyor, Fransız hükümetinin Cezayir Bağımsızlık Mücadelesi sürecinde kendisini Cenevre Konvansiyonu’ndan tamamen azade tutmak için kendinden menkul hukuki bir taban bulabilmesi de açıkça gösteriyor. Cezayir, bir koloni, yani Fransa ülkesinin bir bölgesi, ili olarak kabul edildiği için, insan haklarının kalesi Fransa’da FLN’ye karşı girişilen mücadele Cenevre Konvansiyonu’yla belirtilen savaş hukukuna dahil edilmediği için, işkence yasağı da uygulanmamıştır. Yani Fransa, Cezayir’i kendisinden bağımsız bir varlık olarak görmediği için bu işgali, daha sonra gelen birlikleri, paraşütleri ve işkenceyi bir savaş hâli olarak kabul etmemiştir. Savaş hukukuna dahil olmayan bir mücadele durumunu da, hukukun yararına ve koruma amaçlı genişletici yorum usulüne dahil etme gibi bir kaygı kesinlikle gütmemiş, ve Cezayir’i adeta bir işkence deneme alanı olarak kullanmaktan imtina etmemiştir.
En büyük modern yalan, bu açıdan belki de hukukun ve geçerlilik, tutarlılık ve güvenilirlik iddiasının kendisi. Hukuk bu kadar kolay, kaypak ve konjonktüreldir işte. Ezberleyerek büyüdüğümüz “Hukuk devletin lafıdır” ya da “hukuk kapitalizmin arayüzüdür” falan gibi bir takım sloganvari laflardan çok daha derin bir yapaylık taşır. Hukuk, aslında kendi başına mevcut bile değildir (bilim olmadığıyla ilgili Alman Savcı JH Krichmann’ın eski bir makalesini okumak isterseniz buyrun.) Hukukun var olmasının tek şartı, devletin ya da devlet benzeri silahlı kuvvetlerin bunu uygulamasıdır.
Yaptığı katliamı, işkenceyi ve kaybetmeyi vicdanen değil de hukuken haklı çıkabilmek, suçluluğunu bile bile tek kuruş ceremesini çekmemek için en azından hukuki alandan yırtmaya çalışarak kimliğine leke getirmemek için “savaş hukukunun na-mevcudiyetini” ya da “özel durumda uygulanamayacak olmasını” savunan tek ülke Fransa değil tabii. Fakat en azından Fransa’nın başına arada bir de olsa, bir iki konuda bile olsa aklı başında birtakım insanlar gelip, o hukukun tek başına hiçbir işe yaramayacağını ve özellikle vicdansız, insanlıktan nasibi almamış ellerde neye benzeyebildiğini, bir takım ülkelerin sırf kendi kimliğini ve varlığını sürdürebilmek için acımasızca katlettiği kişilerin bir de mezarlarını sürgün ettiğini hatırlatıyor.
Gerisi, konvansiyonmuş, usulmüş, hukukun üstünlüğüymüş… Varlık şartının yerine getirilmediği zamanlarda bunların hepsi modern yalanlar ve demokrasinin kanserleri olmaya mahkûmdur.