Cevap buluyor muyuz “sorular”a?
İnsanlar, haklarını ellerinden alan, sırtlarından zenginleşen, astığı astık kestiği kestik hale gelen otokratları neden baş geçiriyor
25.12.2018
Erkin Koray’ın meşhur şarkısının meşhur deyişi: “Bir cevap buldun mu sorulara?” Hayatımda “mesele”nin daha özlü ve okkalı dile getirilişine rastgelmedim. “Sorulara”! Böyle, mümkün en soyut ve belirsiz haliyle söylendiğinde nasıl da en belirli ve tanımlı hale geliyor. Geliyorlar. Sorular. Normal zamanda rastgele yüz kişi toplayıp, “Sırala bakayım şu ‘sorular’dan üçünü beşini,” deseniz, hepsininki aynı veya benzer çıkar.
Şimdi, normal olmayan zamanda, daha da kolay! Türkiye’de yaşayan ve olduğu kadarıyla hukuk ve kurumların berhava edilişine, zulmün gündelik hayatın en ücra köşelerine yayılışına, gelecek kuşakların elinden bir toplum olma ihtimalinin alınışına, cehaletin, hoyratlığın, saldırganlığın en yüce değerler haline getirilişine tanıklık edenlerin “sorular”dan ne anlayacağı herhalde açık. Zaten bir-iki aslî sorudan ötesini kimsenin sormaya ne niyeti vardır ne de merakı.
Lâkin dünyada okuryazar-düşünür insanlar harıl harıl “sorular”a cevap aramakla meşgûl. Soruların başında, “insanlar demokrasiden nasıl bu kadar kolay vazgeçti?” geliyor. Böyle sormak acaba doğru mu? Kavuşmuşlar mıydı ki terk etmiş olsunlar? Trump’ı seçen ortanın altı beyaz Amerikalı demokrasi ve hukukla nasıl bir temasa girmişti de hoşlanmadı, tiksindi? Soruyu Türkiye için de soramayız. Biz demokrasi ve sahici hukuku tatmadık. Bilmiyoruz. Demokrasi ve hukuk ihtimalini sevmiştik, o sevgi de pek saman alevi gibi ve çıkara bağlı imiş.
Yeni otokrasileri neyin yükselttiğini anlamak gerekiyor. Bu yeni siyaset ve rejim türünün temel karakteristik özelliği, şu ya da bu ölçüdeki seçmen çoğunluğunun desteğiyle iktidara gelmeleri, böyle bir desteğe dayanarak orada kalmaları. Çoğunluk eğilim ve karar değiştirirse, günün muktedirleri yeni otokratlar sözkonusu kitle desteğini yitirip seçimle devrilebilir hale gelirlerse ne olacak, henüz bilmiyoruz. (Resmî-yasal sonucu fiilen iptal edilen 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Türkiye’de devletin kurumsal yapısının altüst edilmesi, konjonktürel ve yerel hadise mi sayılmalı, global eğilime dair fikir verici mi kabul edilmeli, kesin hükme varmak henüz imkânsız.)
Bu iktidarların seçimle değiştirilebilir olup olmadıkları günün sorularından değil. Güncel sorular listesinin üst sıraları şöyle: Haklarını, özgürlüklerini ellerinden alan, sırtlarından zengin olan, kural olarak mutlaka zamanla astığı astık kestiği kestik hale gelen âhir zaman otokratlarını insanlar neden kendi elleriyle başlarına geçiriyorlar? Ve ne yaptıkları görüldükten, ne yapacakları belli olduktan sonra da neden ısrarla orada tutuyorlar? Yeni otokratlar kitlelere ne vaat ediyor, ne temin ediyor? Tersten soracak olursak: Onlar tepelerinden giderse başlarına ne geleceğinden korkuyorlar da onun için mi insanlar yeni otokratları, ne yaparlarsa yapsınlar, el üstünde tutmayı sürdürüyorlar?
“Otoriterizm”in dayanakları araştırılıyor
“Otoriter seçmen diye bir şey var mı?” Kuzey Carolina Üniversitesi’nin tarih doçentlerinden Molly Worthen, Trump seçmenlerinin saiklerine yönelik araştırmalar üzerine yazdığı yazıya bu soruyu başlık yapmıştı. Worthen, bu alandaki çalışmaların bulgularını ve bulamadıklarını aktarıyordu. “Otoriterizm”in dayanakları konusundaki araştırmalar patlama yapmış durumda.
Olguların tuhaflığı şüphesiz azıcık merakı ve gelecek kaygısı olan herkesi “sorular”a yöneltiyor: Kendini her türlü yasa ve kurumun üzerine yerleştiren, buna karşılık herkesin kendi koyduğu yasaya uymasını dayatan popülist-otokrat liderlere kitlelerin duyduğu arzulu tutkulu bağlılıkta acaba sosyolojik olmanın ötesinde, daha derinde, tek tek bireylerle ilgili psikolojik sebepler, kaynaklar da mı var? Worthen’le aynı üniversiteden siyaset bilimci Jonathan Weiler’a göre, şu anda bir “korku ve panik duygusu” hüküm sürüyor, çünkü “bize benzemeyen” insanların dünyayı bizden nasıl da farklı -yer yer tamamen zıt- görebildiği gerçeğiyle karşılaştık. Mesele “görme”den ibaret değil elbette; anlamlandırma, etkilenme, hem göreni hem görüleni değiştiren pek çok etkileşim buna eklenmeli. Weiler, “İnsanlar,” diyor, “nasıl derinden bölünmüş olduğumuzu anlıyorlar ve bu ayrışmanın derinliğini karşılayabilecek derinlikte açıklamalar peşindeler.”
Worthen, sakin, ılımlı görünüşlü insanların nasıl olup da dediğim dedik “güçlü adam”ları desteklemeye meylettiğinin Trump daha ortada yokken bile araştırıldığına işaret ediyor, Theodor Adorno’nun Kaliforniya Üniversitesi’nden sosyal bilimcilerle birlikte yürüttüğü “faşistlik ölçüsü” araştırmasını hatırlatıyor. “Otoriter(yen) Kişilik” başlığıyla 1950’de yayımlanan bin sayfalık çalışmada amaç, “potansiyel antidemokratik birey”in kişiliğine dair bir toplu resim elde etmekti. Otoriterliğe yatkın bireylerin “içlerinde” ne ölçüde faşistlik unsuru taşıdığını anlamaya çalışıyorlardı.
“Faşistlik ölçütleri”
Bireylerin hangi dozda sahip olduğunu saptamaya çalıştıkları “faşistliğe yatkınlık” kaynakları, belirtileri şöyle şeylerdi: Gelenekçilik, geleneksel değerlere saygı göstermeyeni cezalandırma eğilimi, otoriteye boyun eğme, kendini ait hissettiği grubun yüceltilmiş özelliklerine tâbiyet, saldırganlık, yaratıcı ve bireysel düşünceye karşı olma, boş inançlara, kalıp hükümlere düşkünlük, kadercilik, kendine güç vehmetme, güçlü kimselerle özdeşleşme, siniklik, başka insanlara karşı genel bir düşmanca tutum, yansıtma, dünyanın doğa gibi vahşi ve tehlikeli bir yer olduğu görüşü/inancı, cinsellik konusunda abartılı tutum…
Faşistliğe yatkınlaştıkça, bireylerin, komplo teorilerine daha çok inandığı ve güçlü liderlerle özdeşleşerek, onların zorla elde etmeye çalıştığı çıkarlar doğrultusunda hizmete koşarak o güce katılmayı, o güçten pay almayı arzuladıkları anlaşılmıştı.
Worthen, bu çalışmada kullanılan faşistlik ölçülerinin ezcümle muhafazakârları da faşist gösterme gibi bir yanlışlığa, aşırı kapsayıcılığa yolaçtıkları ileri sürülerek eleştirildiğini hatırlatıyor. Çalışma ayrıca, otoriteryen kişiliğin kaynakları arasında gösterilen, çocukluğa ait bilinçdışı etkenler hiçbir şekilde sınanamayacağı, doğrulanamayacağı için de eleştirilmiş.
Zaten araştırmalar dallandırılıp budaklandırıldıkça görülüyor ki, yeni otokratlara bağlanan seçmenleri topluca “çocukluktan problemli”, “aşırı gelenekçi” veya “saldırgan” gibi başlıklar altında tasnif etmek imkânsız. Worthen, Ortaçağ edebiyatı hocası, Katolik ve eşcinsel bir şairi örnek veriyor. “Demokratların ekonomide yedikleri haltları protesto etmek için” Trump’a oy verdiğini söylemiş adam. Sonra da oturup, içinden geldiği işçi yöresindeki Trump’çı insanları gayet iyi anlayabildiğini, Demokratların bu insanları “arkadan bıçakladığını” falan anlatmış. Ve -mealen- eklemiş: Başlarından geçenleri bilmeden bu insanları patolojik araştırmaların konusu yapmak ne derece doğru?
Yani cevaplar bulmayalım mı sorulara?
Bulalım. Arayalım en azından. Çünkü mecburuz. Bir kısmı yeni otokrat liderin peşine takılmış, öbür kısmı gidişata temelden karşı, birincileri ikincilerinden biraz
kalabalık iki toplumdan oluşan ülkelerin sayısı artmaya başladı. Zaman zaman bir “yeni otokratlar enternasyonali”nin ipuçlarıyla karşılaşabiliyoruz. En tepede, sistematik olmasa da, işbirliklerinin kurumlaşabileceği görülüyor.
Ve eğer bunun koşulu, yeni otokratların her birinin kendilerini taşıyan kitlenin desteğini sürdürebilmesiyse, o kitlenin her bireyinin saikleri ister istemez özel siyasî-toplumsal mesele haline geliyor. Kaçınılmaz olarak.
Yani anlamak zorundayız.
Ademoğlu tuhaf…
Worthen, araştırmalarda karşılaşılan güçlükleri ve işin hiç de baştan sanıldığı kadar kolay olmadığını anlatıyor. Trump’ı destekleyen pek çok insan, doğrudan kendileriyle ilgili sorulara verdikleri cevaplarda otoriteryen eğilimlerini belli etmeyebiliyorlar meselâ. Ancak çocuklarını nasıl yetiştirdiklerine dair sorulara geçildiğinde manzara değişiyor. “Çocuk her şeyden önce büyüklere saygıyı öğrenmeli” gibi hükümler ardarda dökülmeye başlıyor. Ancak işin zorluğunu gösteren çarpıcı bir örnek de tam burada ortaya çıkıyor: Ortalama olarak siyah ABD’li anababalar beyazlara göre otoriteryenliğe daha eğilimli gözüküyorlar.
Geliyoruz psikolojik hattâ biyolojik -“tutuculuk geni” de kimi araştırmaların ulaşmayı umduğu muhayyel hedefler arasında- izah çabalarının büyük tehlikesine. Yeni otokrasilerin oluşabilmesinde de rolü var, ama esas sürdürülmelerinde başlıca etkenlerden biri, şimdi sözedeceğim tehlike – çünkü ayrışmayı ve geçişimsizliği kalıcı kılıyor: insanın ve toplumun karmaşıklığını kenara itip, tek sebepli, mecburî sonuçlu, denklemvârî açıklamalarla, bireylere, kitlelere değişmez roller (işlevler) atfedildiği zaman, aslında birbirinin ne dediğini bile anlayamaz hale gelecek kadar ayrışmış iki tarafın bireyleri, karşı tarafın mensuplarını onların kendilerini anlayabildiğinden daha iyi anladıkları sanısına kapılabiliyorlar. Ve haliyle, onlarla değil, zihinlerinde yarattıkları, varolmayan birileriyle konuşur oluyorlar, onca engeli aşıp konuşmaya kalkıştıklarında. Onların neyi niye yaptığına dair kendi açıklamalarını gerçekliğin (anlama gayretinin) yerine geçirdikleri için, düşmanca eylemlerinden korunmaya hazırlıklı da olamıyorlar.
Worthen, “tarihin ironisi” diyor: “…insanlığın toplum-bilimsel portresi, giderek daha psikolojik [temelli] ve akıldışı hale geldikçe, geleneksel Hıristiyanlığın o eski Adem’ine giderek daha çok benziyor: düşkün, yoldan çıkmış, daha yüksek bir gücün yardımı olmaksızın kendini berrak şekilde göremeyen bir yaratık.”
“Bu insanlar bu otokratları niye destekliyor?” sorusuyla başlayan hemen her tartışmanın bir aşamada “insan nedir?” seviyesine dayanması, artık bütünüyle yeryüzü iktidarı ideolojileri haline gelmiş dinlerin de, şu ana kadarki performansıyla Aydınlanma hamlesinin de cevaplamada yetersiz kalacakları “sorular”la boğuşmak zorunda olduğumuzu gösteriyor sanırım.