Açmazdaki iktidar, meçhul muhalefet
Erdoğan kendisini yüzde ellinin üstünde destek alamazsa iktidarda kalamaz konuma sürükledi
13.03.2019
İktidarın “bekâ” meselesi ilan ettiği 31 Mart yerel seçimlerine gidilirken toplumumuz sapır sapır dökülüyor. Her biri ayrı rezillik olan birçok korkunç hadise, gündelik yaşantının olağan ayrıntıları gibi gelip geçiyor. “Ezana hakaret ettiler” gibi, linç seferberliklerine yolaçabilecek bir yalan, oy getirecek ufak numara muamelesi görüyor, öylesine, akıl almaz sorumsuzlukla ortaya sürülüveriyor. Tutmadı mı? Dönülüp hiçbir şey olmamış gibi devam ediliyor. Başkentte belediyeyi kazanması muhtemel rakip adayı seçimden önce göçertmek için sahte imzalı senet vs. iddiaları içeren organizasyona kalkışılıyor, piyesin kahramanı, bizzat resmî evrakta sahtecilik, şantaj ve çocuk istismarıyla suçlanan biri çıkıyor. İktidar propaganda aygıtı “böyle bir iş için temiz adam bulunamadı mı?” filan, kurcalamadan “sunum”lara devam ediyor. İktidarın siyasette yarattığı kirlilik bir yana, her gün memleketin başka bir yerinden, meselesini birilerini döverek, vurarak kırarak halletmeye kalkanlarla ilgili haberler yağıyor. Son olarak hastaneye getirilen sekiz yaşındaki bebeğin tecavüze uğradığı tesbit edildi. Tam gaz çürüme dört koldan yürüyor. Her yerimizi pas kaplıyor, mantarlar, yosunlar bünyemizi sarıyor.
Çok yanlış ve zararlı şekilde hâlâ “medya” diye adlandırılan iktidar propaganda aygıtının 7/24 sürdürdüğü zehirleme işlemleri yetmedi, en üst düzey siyasîlerin ağzından sürdürülen kara propaganda yetmedi, zaten fiilen iktidarın kılıcı haline gelmiş yargı, artık günlük sipariş alır ve harekete geçer hale geldi.
İktidar korumak için sürdürülen faaliyete tek bir sıfat uygun görülecekse, sokakta anlamı hiç kaymayan şu kavramı seçmeliyiz: çamurluk. Yapılanların kimi büyük gaddarlık, kimi merhametsizlik, kimi hilebazlık, çoğu muazzam riyakârlık; fakat hepsi çamurluk.
Peki, bunca yıl boyunca hemen her seçimi -son birkaç yıla kadar da hilesiz- kazanan, desteği toplam seçmenin yarısı civarında dolanan, artık devletin bütün kurumlarına hakim olmuş, ideolojik olarak da büyük ölçüde hegemonyasındaki resmî silahlı güçlere ilaveten milis ve paramiliter kuvvetleri organizasyonu için hazırlıklarını yapmış, basın-medya diye bir bağımsız unsur bırakmamış, halkın haber alma kanallarını tamamen kendi propaganda aygıtının denetimine sokmuş, seçim mekanizmasını dahi, anlam ve işlevini ortadan kaldırarak yalnız kendi iktidarının devamını sağlayacak cihaza çevirebileceğini hesaplayan, velhâsıl, neredeyse mutlak güce ve liderinin popülerliği sayesinde hâlâ büyük desteğe sahip gözüken bir iktidarın çok daha özgüvenli, kendinden emin olması, her an her şeyde çamurluğa bel bağlamıyor olması beklenmez mi? Nedir bu nereye nasıl saldıracağını bilememe ve saldırırken züccaciyeci dükkânına dalmış filden beter olma halleri?
Öyle görünüyor ki, iktidara bekâ garantisi temin edeceği öngörülen birtakım hesaplar tutmadı, hattâ istenmeyen sonuçlar doğuruyor.
Yüzde elli cenderesi
Medyascope’ta (“5 Soru 10 Cevap”) Kemal Can, meselenin kaynağını AKP-MHP ittifakının iki partinin giderek aynılaştığı bir kader birliğine dönüşmesinde gördüğünü dile getirdi: “Bekâ stratejisi, AKP ve MHP’yi MHP’nin çok istemediği biçimde yapıştırdı. Başka bir lafı olmadığı için AKP bu söyleme abartılı biçimde çok asıldı. Dolayısıyla, MHP AKP’den kaçacak oyları toplayacak bir fark gösteremiyor. Bu saklanamayan özdeşlik, birlikte kayıp kapısını açıyor.”
Tayyip Erdoğan’ın kendini mahkûm ettiği yüzde elli mecburiyeti koşullarında bu durumun yarattığı sonuçlar ağır olabilir.
Erdoğan’ın kendini böyle bir eşiğe mahkûm etmiş oluşu fazlasıyla ilginç siyasî hadise. Artık mevzu edilmesi pek fuzulî kaçar, yine de hatırlamalıyız ki, iktidarın paylaşılmasına azıcık razı olacağı, AB ile ilişkinin yine yaklaşıp yaklaşıp da yan çizmelerle sürdürüldüğü, kâh dindarların ağzına bal çalınan kâh beri tarafa göz kırpılan, görece demokratik-çoğulcu bir yolda yürünse, Erdoğan bugünkünden geniş destekle iktidarda olurdu. Saptığı yolu ne ölçüde -dinî dahil- ideolojik saiklerle seçtiği ciddî merak konusudur.
Tek adamlık ihtirası gibi başlıkları da kapsayan bu tartışmaya şimdi girmeyeceğiz. Erdoğan kendisini yüzde ellinin üstünde destek alamazsa iktidarda kalamaz konuma sürükledi; üstelik, genel olarak “sağ”ın desteğinin yüzde altmış-altmış beş civarında varsayıldığı bir ülkede, o elliyi alıp alamama telaşına düştü.
Tayyip Erdoğan’ı her siyasî badireden kazançlı çıkan bir siyasetçi olarak tanıdık. Yolu yordamı elbette temelden itiraz götürür, ama girdiği siyasî hesaplaşma ve mücadeleleri kazandı. Etrafta her ne olduysa onun işine yaradı, çok da şanslıydı.Yine de hep kendine yarar sağlayacak yolu bulmayı bildi.
2010 sonrasının kutuplaştırıcı, sert, kendinden olmayanı düşmanlaştıran çizgisinin bir kısmıyla bile, kimi zaman iktidarı kısmen paylaşmaya razı olmak kaydıyla, Erdoğan, düşme korkusu yaşamadan uzun yıllar iktidarda kalabilirdi. Toplumun yarısını düşman ilan etmese, hâlâ belkemiğini CHP’nin meydana getirdiği muhalefet onu oradan indiremezdi. Fakat böyle yapmadı, sırtını dayayıp iktidarını pekiştirmesini sağlayan yüzde elli duvarı, yüzde elli cenderesine döndü.
Yerel seçimi referanduma çevirmek kime yarar?
Her şeyden önce muhalif siyasetin gözönünden ayırmaması gereken bir denklem var ortada. AKP-MHP, Kemal Can’ın deyişiyle, birbirlerine “yapıştı” ve muhtemel başarısızlık halinde, eğer karşılıklı oy oranlarında beklenmedik dengesizlik görülmezse, kabahati birbirlerine atıp kendi yollarına gidebilme şansları da kalmıyor; bunu elleriyle yok ediyorlar.
Üstelik, yerel seçim ortamını ölüm kalım mücadelesi sahasına çevirmekle, muhtemel oy ve belediye kayıplarını “canım, alt tarafı yerel seçim” diye geçiştirme, “acıdık da birkaç tane verdik” vs. motiflerle pişkinliğe vurma, “esas olan büyük resim” diye babalanarak dikkati başka tarafa çevirme şanslarını da yine bizzat elleriyle ortadan kaldırıyorlar. Kritik büyükşehir belediyelerini kaybederler, toplam oy oranları da belirgin şekilde azalırsa, aynı anda yerel seçim, genel seçim, referandum, artık ne varsa hepsini birden kaybetmiş konuma düşme yolunu bizzat açtılar. Duble de değil, tek yönlü.
Erdoğan+AKP+MHP, şimdiye kadar iktidarda kalmalarını sağlayan kutuplaştırma-düşmanlaştırma siyasetini mümkün en uç noktaya vardırmaya çalışırken, bir aşamada gelinip duvara toslanacağını hesaplamadılar. “Bu bize yarıyor, daha fazlasını yapalım” dediler. Ancak bu yola başvurmakla, iktidarlarını sürdürmelerini sağlayan ikinci etkeni de zayıflattılar: Muhalefetin dağınıklığını, güçsüzlüğünü gidermeye başladılar.
Muhalefeti bütünleştiriyorlar
İktidarın estirdiği kutuplaştırma rüzgârı, bizzat kendi saflarında bile endişe yaratırken, muhalefet cephesinin, utangaç tavırlarla, dolambaçlı yollardan da olsa bütünleşmesine yolaçıyor. Muhalefetin belli başlı unsurlarının, iktidardan gelen salvolara göre şekil almak yerine, kendi aklına, haysiyetine sahip çıkması, müzmin şikayetçi rolünden iktidar alternatifi haleti ruhiyesine geçebilmesi halinde, kutuplaşmanın potansiyel tehlikelerinden ürken iktidar seçmeni -hattâ kısmen kadroları- bile tutum değiştirebilir.
İktidarın toplum içine kalıcı nifak tohumları serpmeye dayalı kızıştır-dövüştür politikasına karşı etkili bir barıştır-kaynaştır girişimiyle çıkacak inandırıcı ve özgüvenli bir muhalefetin başarı şansı hiçbir zaman olmadığı kadar yüksek. Onca baskıya, hırpalamaya, üstünde tepinilmesine rağmen yalnız varlığını sürdürmesi bile başlıbaşına bir moral kuvvet yaratan HDP’yi ayrı tutarsak, muhalefet bunu kendi gayretine değil iktidarın memleketi içsavaşa sürükler görüntüsü vermesine borçlu.
Bekâ öyküsünün etkileri
Tehlike sınırlarının çoktan aşıldığı kızıştır-dövüştür ayinlerinin bir doğrudan sonucu da, seçim propagandasının başlıca motifi, ekseni, aslında her şeyi olan “bekâ” meselesinin inandırıcılığını yok etmesi. Serbestiyet’te Alper Görmüş, bekâ sorununun sahiden varolup olmadığını sorguladığı yazısında, bizzat nüfusun yarısının düşmanlaştırılıp dışlandığı bu politikayı böyle bir sorunun varolmadığının kanıtları arasında saydı. Bekâ sorunu varsa, Alper’e göre, yöneticilerin yapacağı ilk iş, toplumun mümkün olan en geniş kesimini yurt savunması hedefi peşinde biraraya getirmekti: “Türkiye gerçek bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya olsaydı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ortağı Devlet Bahçeli’nin ülkenin yarısını dışlayan, iten bir dil tutturmaları eşyanın tabiatına aykırı olurdu, mümkün olmazdı.” Oysa bugün nüfusun yarısı hain, düşman, terörist şu bu ilan ediliyor. (Alper ayrıca, nüfusun yarısının varlığına inanmadığı bir bekâ meselesinin tarihte görülmediğine de işaret etti.)
Muhalefetin ne kadarı muhalefet?
Nüfusun kendinden saymadığı yarısını düşmanlaştırarak oradan kendisine oy akmasını imkânsızlaştıran, fakat bu esnada kendini ille de hep yüzde ellinin bir fazlası cenderesine sokmuş olan, anlatabileceği tek öykünün konusu, mekânı, kahramanı nâmevcut bir bekâ sorunundan ibaret, üstelik bütün bu durumlara ekonominin başaşağı gittiği bir dönemde düşmüş iktidarın o konumda kalabilmek için artık tek şansı var: muhalefetin, iktidar zoruyla girdiği bütünleşme yolunda tıknefes kalmasına yolaçabilecek eğreti yapısı.
Hapisle tehdit ediliyor olmasına rağmen Meral Akşener’in ve partisinin sahiden muhalefet sayılıp sayılamayacağı veya ne zamana kadar sayılabileceği belli değil. HDP’nin temsil ettiği çoğulcu, radikal topluluğu ve Kürtleri katmadan sahici bir muhalefet cephesinin vücut bulamayacağı âşikâr. İYİP bunun önündeki engellerden biri. Muhalefet denince bütün gözlerin her şeye rağmen hâlâ çevrildiği CHP’nin, büyük badireleri göze alıp bir ideolojik silkinme ve yenilenme atılımına mı cesaret edeceği -kaç kuşağın saçları bu hayale dalarken beyazladı…- yoksa iki, belki iki buçuk partili rejimin uysal saray muhalefeti olmayı mı yeğleyeceği de belli değil. Muazzam baskı altındaki HDP’nin, zaman zaman iki arada bir derede kalmaktan doğan yapısal zaafı onun kalıcı ve meşru bir muhalefet blokunun “etkin madde”si olmasını engelliyor; bu konuda bir değişiklik olur mu, bilemiyoruz. Saadet Partisi, çoğulcu hak-adalet söylemine karşın, İdrim Naim Şahin’in de kendine yer bulabileceği bir bünye olduğu sürece, ondan demokratik hukuk devleti perspektifiyle siyasî faaliyet göstermesini nasıl bekleyeceğiz?
Şunu hatırdan çıkarmamak lazım: 7 Haziran 2015’te AKP tek başına iktidarı kaybetti. Eğer o sırada kararlı, haysiyetli bir muhalif girişimle, Erdoğan ve AKP, diyelim -“Kürt partisi”nin meşruiyetini tanıyan- bir ulusal uzlaşma hükümeti vs. formülüne zorlanabilseydi, ardından gelen kara günler büyük ihtimalle yaşanmayacak, şu anda kuvvetler ayrılığı ve meclis iradesinden, belki iktidar propaganda aygıtına katılmamış medya unsurlarından sözedebilecektik.
Yani iktidarın zaafı veya yenilgisi tek başına gidişatı değiştirmeye yetmiyor.