Üç vakte kadar hatırlamak

Film, sarmal düzende kesişen kaderlerin gücünü, savaşın kirlettiği ruhların acısını ve inat gibi oradan filizleniveren aşkları gösteriyor…

KARİN KARAKAŞLI

03.10.2019

Anı dediğin anda akla ilk gelen şey zamandır. Bir şeyi hatırlamanın özünde zamanın geçmiş olduğu kabulü yatar. Elbette öyledir. Ama hatırlamak nasıl bütün diğer fiiller içerisinde çağrışım ve anlam ağırlığından ötürü bambaşka bir yerde durursa, zaman da isimler içinde benzer bir özelliğe sahiptir. Hatırlamanın zamanı dediğimiz şey sadece yaşananla şimdiki zaman arasındaki farktan fazlasıdır.

Fersah fersah ötesidir.

Bir şeyi hatırlamaya başladığımız anda, bize ezberletilmiş çizgisel zaman düzeninin bir yanılsamadan ibaret olduğunu da idrak ederiz. Yaşarken bile öyle değil mi? Kolumuzdaki, cep telefonundaki, duvarlardaki saatleri bir dakikaya eşittir altmış saniye, bir saat eşittir altmış dakika, bir gün eşittir yirmi dört saat denmiş diye, öyle mi yaşarız sahi? Bekleyişin zamanı sevişmeninkine, sohbetinki iş mesaisine, işkenceninki uykununkine denk gelir mi hiç? Sonsuzluğa uzayan anlar ve zamanda takılıp kalan geçmeyen yıllar vardır.

Hatırlarken de elbet geçmiş bugüne taşınır ama bugünümüz de hatırladığımız şey üzerinde belirleyici bir güce sahip. Hattâ onu yeniden şekillendirir.  O yüzden aynı şeyi yeniden yaşamak mümkün değilken, aynı şeyi hatırlamak da söz konusu değil. Yaşanmışlığı ve anıyı ortak paylaştığınız insan bambaşka ayrıntılardan kendi kurgusunu örer çoğunlukla. Üstelik siz de aradan zaman geçtikçe o anıyı kendinize farklı bir şekilde anlatırken bulursunuz sesinizi. Hafızanın oyunu ve zamanın kerametidir bu.

O kerameti kendine mesele etmiş filmlerin başında Before The Rain (Yağmurdan Önce) gelir benim için. Makedon yönetmen Milčo Mančevski, senaryosunu da yazdığı 1994 yapımı filminde Bosna Savaşı’ndan hareketle adeta ülkesinde olacakları öngörmüş, Hıristiyan ve Müslüman halk arasındaki gerginliği iç içe geçmiş hikâyeler üzerinden olanca yakıcılığıyla önümüze getirip bırakmıştı. Makedonya-İngiltere hattında geçen ve bir kitap misali, Kelimeler, Yüzler ve Fotoğraflar başlıklı üç bölüme ayrılan film, sarmal düzende kesişen kaderlerin gücünü, savaşın kirlettiği ruhların acısını ve inat gibi oradan filizleniveren aşkları gösteriyordu.

Ama sanki en çok da zamanla, kişisel ve toplumsal hafızanın çıkmazlarıyla derdi vardı filmin. Daha filmin başlığından önce, Makedonya’da bir yağmur arifesinde kara bulutlarla kaplı gökyüzünde beliren alıntıdan bile belliydi bu. Mesa Selimovic şöyle diyordu bize: "Kuşlar çığlık çığlığa kara gökyüzüne kaçışıyor. İnsanlar sessiz, kanım beklemekten ağrıyor.”
 
Kan ve zaman

Bu filmin konusunu her anlatmaya çalıştığımda, kendi kendime gülümserim. Baştan kaybedilmiş bir savaş bu çaba. Anlatamazsınız. Ama konuşmadan da duramazsınız. Tıpkı filmin zaman döngüsünü alt üst eden kurgusu gibi siz de oradan buradan ayrıntılarla kendi anlatı ağınızı örersiniz. Burası sizin yakalandığınız yerdir. Kendi örümceğinizin kurbanı olursunuz.

Film sevdalıları için bir uyarıda bulunmak isterim bu noktada. Meramım hafıza iken, ele alacağım bütün filmleri didik didik etmem kaçınılmaz. Modern zamanların “spoiler” takıntısını hiç dert etmeyeceğim. Çünkü sağlam bir hikâyede sizi keşif zevkinden alıkoyacak hiçbir ön bilginin varlığına inanmıyorum. Hepimiz başka bir şey anlatacağız. Ve hepsi gerçek olacak. Sinemanın büyüsü sağolsun.

Filmin “Kelimeler” başlıklı ilk bölümünde Makedonya dağlarında masallardan fırlamış bir manastıra gideriz. Çocuklar etrafına çalı çırpıdan çember ördükleri ters dönmüş bir kamplumbağıyı çevreden buldukları kurşunları da içine atarak ateşe verirken, köylüler de bir adamın cenazesini kaldırmaktadır. Biraz ötede duran yabancı bir kadının “Tanrım” dediğini ve donakaldığını görürürüz. Beri yanda iki yıldan beri konuşmama yemini etmiş olan genç rahip adayı Kiril (Grégoire Colin) bir yandan manastır bahçesindeki olgunlaşmış domatesleri toplarken diğer yandan yaşlı rahip Marko’yu (Josif Josifovski) dinlemektedir: “Ben de senin gibi suskunluk yemini etmek istedim ama bu cennetsi güzellik kelimeleri hak ediyor.”

Kısa süre sonra cennetin sadece pastoral yıldızlı gecelerden, tarihi taş manastır binasından, dağlardan ve ormanlardan ibaret olmadığı ortaya çıkar. Kiril, odasına sığınmış kaçak Arnavut kızı Zamira (Labina Mitevska) ile karşılaşınca Tanrıya ettiği yemin sorguya açılır: Yalan söylemek günahır evet ama bir arkadaşlarını öldürdüğünü iddia ettikleri bu kızı, manastırı basan eli silahlı Makedon çetesine teslim etmek sahiden de doğru olan mıdır? Kiril, kararını vicdanından yana kullanır. Cüppesini çıkarıp hiç konuşmadan anlaştığı bu kızla yola koyulur. Ancak burası artık eline verilmiş tüfekle kedi vuran bir deliyi de barındıran çete ile Arnavut kızın “namusu”nun peşine düşen silahlı ailenin cehennemidir. Kiril yeminini bozmuş konuşmaya da başlamıştır ama iki âşığın birbirine karşılıklı seslendiği Makedonca ve Arnavutça ile, yani “kelimeler”le anlaşma imkânı yoktur. Gel gelelim, altyazıdan takip ederken onların birbirinin sözünü nasıl da tamamladığına şaşarız. Bakıştan, mimkten ve beden dilinden karşılıklı aşk, sevgi ve güven damıtan genç âşıklar Kiril’in hayalinde önce Üsküp’e, oradan da Londra’daki fotoğrafçı amcasının yanına gidecektir. Bu hayal, Zamira’nın bizzat kendi ağabeyi tarafından vurulmasıyla yarım kalır. Zamira can verirken bir kuştan farksızdır. Ve kelimeler bu anlamsız vahşeti anlatmaktan aciz.

Kan film boyu peşimizi bırakmaz. “Yüzler” başlıklı ikinci bölümde kendimizi Londra metropolünde buluruz. Fotoğraf ajansında deli bir tempoyla çalışan Anne (Katrin Cartlidge) bir yandan da serbest foto muhabiri sevgilisi Aleksander (Rade Serbedzija) ve eşi Nick arasında kalmıştır. Hamiledir ve eşinden boşanıp Aleksander’la yeni bir hayata başlamak istemektedir. Ancak sevgilisi Bosna’da geçirdiği iki haftanın ardından bambaşka biri olarak dönmüştür. Tutku ve çaresizlikle bir taksinin içinde kıvranan âşıklar; Anne, Aleksander’ın hemen o gece Üsküp üzerinden Makedonya’da doğduğu köye gitmelerini önermesi ve Anne’nin evliliğini noktalama tereddütü üzerine ayrılır. Ayrılık bir mezarlıkta yaşanır ama Aleksander’ın sonradan otobüste bir askerle konuşurken diyeceği üzere “Anne bir takside ölmüştür.”

Londra en az Anne’in iç dünyası kadar karmakarışıktır. Genç kadın bir süredir ayrı olduğu eşiyle şık bir restoranda buluşur. Ama ikilinin ağır konuşması arka planda bir garsonla müşteri arasındaki gerilim yüzünden sürekli kesintiye uğrar. Gerilim yumruklu kavgaya oradan da patlayan silahlara doğru tırmandığında Anne, Nick’ten ayrılamayıp bebeğin ondan olduğunu anlatmaktadır. “Sadece biraz zamana ihtiyacımız var” diyen Nick, yüzünden vurulur. Anne “Nick yüzün” diye bağırırken bir dönemin sonuna gelinir. Son her zaman başlangıç olacağı anlamına gelmez.

“Fotoğraflar” başlıklı üçüncü bölüm Aleksander’ın hikâyesidir. On altı yıldır görmediği memleketine doğru yola çıkan Aleksander, toprağına ayak basar basmaz köklenir ve asıl kimliğine kavuşur. Ama hayat, elini koyup anahtarı kovukta bulmaya benzemez. Çocukluğunun bir aradalığı dağılmıştır; Makedon ve Arnavut mahalleleri ayrılmış ve silahlı milislerin geçiş iznine tâbi hale gelmiştir. Birleşmiş Milletler konvoyları gayesizce ortalıkta gezinmektedir. Herkes kan dökmek için bir bahane arar gibidir, çünkü silahlar eldedir bir kez ve silah kanı çağırır. Aranan bahane Arnavut bir genç kızın Aleksander’ın bir akrabasını öldürdüğü söylentisiyle gelir. Üstelik kız, Aleksander’ın ilkokuldan aşkı, Hana’nın (Silvija Stojanovska) kızıdır. Bosna’daki travmatik günlerin hesaplaşmasıyla kâbuslar gören Aleksander’ın hatıraları düşleriyle karışır. Anne’a yazdığı ama kadının eline ulaşıp ulaşmadığını görmediğimiz bir faksta Aleksander nihayet ruhunu yiyen sırrı paylaşır. Savaş muhabiri olarak bulunduğu ve Pulitzer’e layık görülen fotoğraf serisinden birinde devriye gezen milise ilginç bir şey olmadığından yakınmış, adam da rastgele seçtiği bir mahkûmu Aleksander’ın gözü önünde öldürmüştür. “Kameram bir insan öldürdü” der Aleksander. Onun elinde de kan vardır…

Bu kez tarafını seçerek kendi akrabaları tarafından kaçırılan ve infaz edilecek olan Zamira’yı kurtarmaya karar veren Aleksander, yine bizzat kendi kuzeni tarafından vurulur. Film, manastıra doğru koşan Zamira üzerinden ilk sahneye doğru kendi üzerine kapanırken yaşlı rahip Marko, tılsımlı kelimeleri fısıldar. “Zaman beklemez” der, “ama çember hep yuvarlak değildir.”

Etnik çatışma merkezli siyasi bir hikâyeyi, birbirine göre doğu ve batı olan iki dünyayı milliyetçilik ve oryantalizm tuzaklarına düşmeden, bir ülkeye ağıt gücünde yerelliğe saygıyla evrensel geçerliliğe taşımak yürek ister. Mančevski bunu yapar filminde. Yönetmen adeta klişelerimizi önce ifşa ardından da alaşağı eder. Anlatılan birbirine kavuşamayan âşıkların, yaşanamayan ihtimallerin, birbirini kaybedenlerin, heba olan masumiyetin, savaşın ykıcı beyhudeliğinin hikâyesidir.

Filmi ilk izlediğimde sonunda bir an duraksamıştım; sanki yap-bozun bir parçası yanlış yerleştirilmişçesine oturmayan bir şeyler vardı kurguda. Oysa bu his aslında yönetmenin murat ettiği şeyin ta kendisiydi. Bir kurgu oyunu yapmış, sonu cinayete varan olayların akışını tersyüz ederek anlatmıştı. Çember zamanda kronolojik olarak ikinci bölüm başlangıç, üçüncü bölüm gelişme ve birinci bölüm sondur. Ama biraz yakından bakınca Anne’in Londra’daki ofisinde Zamira’nın ölüm fotoğraflarına bakışında olduğu gibi ilk bölümdeki kimi olayların ikinci bölümden önce meydana geldiği anlaşılır. Anne Kassandra misali geleceğe bakmaktadır adeta. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü alan ve Oskar’a aday gösterilen ilk Makedon filmi olarak tarihe geçen Yağmurdan Önce’yi Mančevski çember zaman kurgusu üzerinden Hollandalı ressam M.C. Escher's tabloların abenzetmiş ve “zaman içerisinde optik bir yanılsama” olarak tanımlamıştı. Anlamsız bir savaşın darmadağın ettiği hayatların ortasında, Mančevski’nin bir an için gösterdiği duvar yazısı, aslında zamanın akışına dair filmin dayandığı temeli işaret ediyordu: Time never dies-The circle is not round. Zaman asla ölmez-Çember yuvarlak değildir.
 
İmgenin gör dediği

Öte yandan zamansızdır anlatılan hikâye. Dökülen kan Habil ve Kabil’den beri ezel ve ebed olandır. Yaşanamayan aşk da öyle. Anne Londra’da kariyeri ve özel hayatı arasında savrulan bir modern zaman kadınıyken, aşığının peşinden geldiği Makedonya’nın dağlarında Aleksander’in kaldırılan cenazesine bakarken zamansız bir Antigonedir. Bu ikinci kaybıdır. Karnındaki bebeği yine de doğurmuş mudur diye düşünürüm. Pek çok şey gibi bu da yoruma açık kalır.

Film boyunca kimse kimseyle doğru dürüst iletişime geçemez. İki âşık Aleksander ve Anne aktaramadıkları ve paylaşamadıkları ruh dünyaları eşliğinde savrulur ve ayrılır. Kiril, amcası Aleksander’ı Londra’dan telefonla aradığında ulaşamaz. Amca Makedonya’ya doğru yola çıkmıştır. Bunu söylemek Anne’a kalır. Öte yandan Anne da Makedonya’yı aradığında işittiği sadece kendi sesinin yankısıdır. Birbirini bilebilenler Zamira ve Kirildir. Kelimesiz anlaşanlardır onlar.

Öte yandan kelimenin de yüzün de fotoğrafın da özünde imge vardır. Nasıl yaşadığımız kadar nasıl hatırladığımız de bize hastır. Bir fotoğraf bin hikâyeye açılır ya da bağ kurmadığından boşlukta sönüverir. Kan, sadece silahın açtığı yarada değil, sokakta tartışan çiftin kırmızı atkısında, tozlu Makedonya otobüsünün üzerindeki kıpkırmızı Coca Cola reklamında ve kurban edilen insanlara inat yine o insanlar tarafındna doğumuna yardım edilmiş iki kuzunun bedenindedir. Değişmeyen tek gerçek şiddetin keyfiliğidir. Milčo Mančevski, düşmana karşı mücadele ettiğini söyleyeyen herkese kendi canından kanından olanı öldürtür adeta. Ve IRA’nın saldırılarıyla sarsılan Londra Makedonya’dan daha güvenli bir cennet değildir. Tıpkı kimsenin diğerinden daha masum olmadığı gibi.

Filmi yirmi yıl sonra izlerken daha önce hiç hatırlamadığım ayrıntılarına takıldım çünkü bugünüm geçmişi yniden şekillendiriyordu. Ve Yağmurdan Önce beni bu kez hafızanın keyfi çağrışımları eşliğinde Bülent Ortaçgil’in hiç eskimeyen Değirmenler şarkısına da ışınladı. Ne de olsa derdim zamandı.
 
Zaman düşer ellerimden yere
Oradan tahta boşa
Saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya
 
Resimler sarı güneşsizlikten
Duygular değişir
Dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına
 
Uçurtma uçar sözlüğümden
Geri gelmeyecek bir kuş
Yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş
 
Ve sen, ben değirmenlere karşı
Bile bile birer yitik savaşçı
Akarız dereler gibi denizlere
Belki de en güzeli böyle
 
İyi bir şeylerin olma hissini çok eskilerde kaybetmişler için büyük oyalanıştır zaman, uzatmalardır. Bir şeylerin düzeleceği, mucizevi güzelliklerin geleceği inancı gitmişse, iyi niyetin enayilik diye kodlanmışsa değirmenlere karşı verirsin mücadeleni. Ama çemberine bir türlü oturmayan zamanda omurgası dik kalmanın bir kıymeti var halen. Onun hatırına döner dünya.

Çünkü hayallerimiz vardır. Niye olmasın? İnsanın en müthiş zenginliğidir düş kurmak, uğruna mücadele edebileceği anlamlar bulmak. Üç vakte kadar dersin içinden kahve fakının repliğini ödünç alarak. Üç vakte kadar bir güzellik hatırlayacağım. Yaşamaktan önce hatırlamaktan yana kullanırsın tercihini.

Nihayetinde sadece hatırlanmaya değer olanların, hiç unutulmayanların toplamıdır ömür.