Sahiden bir başkayız ama

Dizinin yaratıcıları, bıraktıkları kimi boşluklarla, birçok unsurun işlevsel araç veya temsilî simge olarak algılanmasını teşvik ediyorlar.

ÜMİT KIVANÇ

19.11.2020

“Hah, bir sen eksiktin!” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Günlerdir herkesin üzerine konuştuğu diziden sözedeceğim. Ve lafa, dizi üzerine konuşanlar ve konuşulanlardan gireceğim. Diziyi sosyolojik makale değil dizi olarak kabul ettiğimizde yapabildiğim somut tesbit ve eleştirileri ikinci bir yazıda takdim edeceğim. Mâlûm, dizinin yaratıcısını “iyi bir sosyolog” olmamakla eleştiren bile çıktı.

Galiba öncelikle şu soruyu sormalıyız: Teknik jargonla “totale” hitap eden, çok izlenen TV kanallarında da değil, parayla üye olunan dijital platformda yayımlanan bir dizi nasıl bu kadar çok kişinin katıldığı, bu kadar hararetli tartışmalara konu olur? Neden yani? Alt tarafı dizi. 

Şundan: alt tarafı dizi ama üst tarafı değil. Üst tarafında bizler varız ve biz herhangi bir -yüksek veya ticarî- sanat ürününü, kurgusal ürünü, yalnız o ürün olarak izlemek, okumak, duymak, görmek falan istemiyoruz. Yeteneğimiz yok, demeyeceğim. Çünkü böyle bir yeteneksizlik türü henüz icat edilmedi. Ayrıca, buna tek sebep şark kurnazlığını bize zekâca uyanıklık olarak yutturmuş kültürel köklerimizin mütemadî tesiri de değil. Bu tesir elbette her durumda hafiflemeksizin sürüyor. Ancak Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Bir Başkadır dizisi de kendisini sadece örülüp dizilip bağlanmış hikâyeler bütünü olarak izlememizi zorlaştıran, simge, mânâ, mesaj arayışlarını tahrik eden unsurlar barındırıyor.

İki sebepten ötürü. 

İlk sebep

Dizinin sunduğu karşıtlıklar, hayatımızı gitgide karartan gerçekliğin tâ kendisiyle ilişkili. Aşılamayan ideolojilerimiz, kurtulamadığımız takıntılarımız, çözemediğimiz birlikte yaşama sorunlarıyla ilgili. Karşı karşıya getirilerek iktidar kurulan koskoca iki toplumun birbirine uzaklığıyla. Bir değil, bütünleşemeyen iki toplum oluşumuzla. 

Bunlara karşılık, yüzeydeki bütün düşmanlığa rağmen, anlaşılan, bu iki toplumun zaman içinde, alttan alta, ötekine kendini anlatmak ister oluşuyla. Öyle bir hastalıklı durum ki bu, her ikisini de intihara sürükleyebilir. Çünkü gerçekte iki toplum da ötekinin ortadan kalkması halinde ferahlayacağını düşünüyor. Ancak öteki beni anlasın, onaylasın, öyle intihar etsin istiyor.

Bütün bunlar, ötekilerin çoğunluk ve -dizideki ifadeyle- “güçlü” olduğunu bilmelerine rağmen kendilerini ülkenin sahibi görenlerin iktidarı kaybetmişlik çöküntüsü içerisinde yaşadığı, güya mazlumları temsilen iktidara gelenlerin, bu temsil şöyle dursun, yeni yeni mazlum kitleleri ve ayrıcalıklı zümreler yaratarak, kendilerinden önceki gerilimi, hoyratlığı, yabancılaşmayı üç-beş katına çıkardığı ortamda cereyan ediyor. (Hasımlıkları ülke ortamını belirleyen kesimlerin, başkalarını iç-dış ortak düşman kılabildikleri bazı temel-yapısal mevzularda gerçekte pekâlâ kolkola mutlu-mesut yaşamaları ile, bunun bizzat mağdurlarının bir kısmınca gizlenmesinin getirdiği ek sapıklık ve çarpıklıkları şimdilik konu dışı bırakıyoruz.)

Böyle bir ortamın yarattığı çalkantılı haleti ruhiye içerisinde, başörtülülere karşı “içten” tepkili psikiyatristle, ona dünyasını açan başörtülü genç kadının karşılaşmalarını herhangi bir öykü izler gibi izlememiz elbette mümkün olamıyor.

İkinci sebep

Dizinin hikâyeye değil, karakterlerin dünyasını tanıyarak ilerlemeye dayalı yapısı, “dizi” denen mekanizmanın bildik şartlarına uyarak somut olayları takibe dalıp ötesini kurcalamamayı önlüyor. Meryem’le Peri’nin şahit olduğumuz hikâyesi en çok kaç cümleyle anlatılabilir: Şehir-kır sınırında mutaassıp hayat süren -başörtülü- Meryem ile, zengin aileden gelme, Meryem gibilere tepkili psikiyatrist Peri’nin karşılaşması, her ikisinin de iç dünyalarında değişimlere yolaçar. Bu. Öbür yan hikâyeler de dallı budaklı değil. Öğrendiklerimizin çoğu, biz onlarla karşılaşmadan önce kahramanlarımızın yaşadıkları, onları şekillendirmiş geçmiş hadiseler ya da şu anki davranışlarına ışık tutan hayat koşulları. 

Karakterlerin başlarından geçecek sarsıcı, büyük değişimlere bağlı olay zincirlerinin meydana gelmeyişi cesurca tercih. (Tek istisna, Ruhiye’nin kendini “sağaltması” da, yeni olaylar doğuracak dinamik yaratmıyor, aksine, yerinden çıkmış taşın yerine oturtulması niteliğinde.) Üstelik tanımı icabı “sürükleyiciliğe” dayalı bir ürün kategorisi için “piyasa” bakımından riskli-tehlikeli, sanatsal bakımdan iddialı bir tarz oluşuyla takdire şâyân. Yani başlıbaşına eksiklik, yanlışlık asla değil. Şahsen hoşuma da giden, dizi denen şeyi ciddîye almayı sağlayacak bir tercih. Üstelik bu tercih sayesinde, câzibesi alavera dalaveraya, entrikaya, komploya, hoyratlığa, planlı kötülüğe dayanmayan bir dizi ortaya çıkabiliyor. İlaveten, sıradan insanların gündelik ruh hallerini olay zincirleri yerine başköşeye oturtması diziye yer yer “İran sineması”nın alçakgönüllü anlatım havasını da katıyor.

Ancak bu tercih, bütün gerekleri doyurucu şekilde yerine getirilmediğinde -ki bu örnekte tek kap yemekle kimseyi doyurmak mümkün değil-, seyirciyi diziyi dizi olarak izlemek yerine makale sayarak okumaya yöneltiyor. Dizinin yaratıcıları, bıraktıkları kimi boşluklarla, birçok unsurun işlevsel araç veya temsilî simge olarak algılanmasını, böylece -zaten bu işe meraklı seyircinin- hikâyeyi bırakıp “mesaj” peşinde koşmasını teşvik ediyorlar.

Berkun Oya, Bir Başkadır’ın son -sekizinci- bölümüyle bu konuda taammüden teşvik ve tahrik “suçunu” da işliyor. 🙂 Karakterler, senaryoda sürüldükleri sahayı terk edip soyunma odasına geçiyor, formalarını çıkarıyor, duşlarını alıyor, kulübün lokantasında oturup bize maçı değerlendiriyorlar. Yönetmen adına, oraya kadar izlediklerimizle ne yapmamız gerektiğini anlatıyorlar.

Diziye olduğundan başka şey -makale- muamelesi yapmaya, oradaki her şeyi “mesaj aracı” görmeye bizi nihaî olarak yönelten son bölüm, doğrusu, oraya kadar izlediğimiz şahane anlatım ve oyunculuklara yazık ediyor.

Başta belirttiğim üzre, diziye dair somut eleştirilerimi ayrı bir yazıda dile getireceğim. Yapıcı olmayı ve belki seyircilere değerlendirme ölçüleri sunmayı umarak. Bir yandan da, diziye dizi olarak bakmayı teşvik etme amacıyla. İnanın öylesi daha güzel, üstelik ferahlatıcı. Alengirli mevzulara değinen ticarî-popüler sanatın önünü daha az tıkayıcı, daha yüreklendirici. Ayrıca yaygın ihtiraslı mesaj arayışı bir noktada ister istemez insan yargılamaya dönüşüyor, hattâ komplo teorilerine bile kapı açabiliyor. Tâ ne zaman çekilmiş diziyi, cumhurbaşkanı ve adalet bakanının “reform” açıklamalarıyla gelebilecek yeni açılıma falan bağlayanlar bile oldu!

İhtiyaç

Evet, bu diziye neden böylesine sardırdık? Asıl tatminkâr cevapları toplum psikolojisi alanında uzman kimseler bulabilirler herhalde. Bizim yapabileceğimiz, tahmin yürütmek. Benim tahminimse basitçe şu: Hayatımızı karartan meseleler hakkında ne yapıp edip bir şekilde birbirimizle konuşmamız gerektiğini derinlerde nihayet hissetmemiz, fakat bu deşme ve anlama mecburiyeti ihtiyaç haline geldiğinde de, kendimizi böyle girişimleri imkânsızlaştıran bir ortamda bulmuş olmamız. Bir Ekşi Sözlük yazarı, “ana akım medyanın girmediği toplara girmiş” diyor dizi için. Gerçi şu anda ana akım medya falan yok, ama söylenmek istenenin isabetliliği ortada. 

Günün toplumsal ve siyasî ortamına dair tasvire kalkışmayayım. Bir Başkadır’a yönelik, biraz da hastalıklı ilginin kaynağını aramakla uğraşayım. Kendimiz hakkında konuşmaya ihtiyacımız var. Fakat başkasıyla muhataplığa dair tek yol biliyoruz: başkası üzerinden kendimizi onaylamak. Bunun çıkar yol olmadığını da yaşadıklarımız, çoğu zaman da mağduriyetlerimiz gözümüze sokuyor. O zaman hakkımızda konuşana koşuyoruz. Derin ihtiyaç içerisinde, açlıkla, içeride çırpınarak, dışarıda kuyruğu dik tutmaya çabalayarak. 

Ve fakat, ya konuşma, anlama, gerilimden kurtulma ihtiyacımızı kendimize bile itiraf etmekte zorlandığımızdan ya da sahiden, TV programlarından aile ziyaretlerine kadar bütün ortamlarda, diyalogdan yalnız kendimizi onaylamayı anladığımızdan, her neyi izlemeye/dinlemeye/okumaya gidiyorsak, orada da kendimizi -ve “onlar”ı!- arıyoruz. Bildiklerimizi. Tabiî ki buluyoruz. Ancak iş bununla bitmiyor. Bildiklerimizin bildiğimiz sınırların dışına çıkmasını, çeşitlenmesini, farklılaşmasını da kabullenemiyoruz.

Böylece kimse bize yeni bir şey söyleyemediği gibi, o ne söylerse söylesin, biz “aslında” onun ne demek istediğini şıp diye bulup çıkarıyoruz. Anlatılanı kendi savaş -varkalma- dilimize çevirince, bütün gizli niyetler, saklı amaçlar, arkadaki planlar, yandaki maksatlar önümüze seriliveriyor. Gerçekte bu sergiye de gerek yok, çünkü oraya koşmadan da bunları biliyoruz.

O halde şöyle sorabiliriz: Karakterlerin kendilerinden beklenmeyecek tuhaf, onları kendine yakın bulan seyirci kesimine ters gelecek aykırı davranışlar göstermelerine izin verilebilir mi bizim dizi âlemimizde? Verilirse ne kadar verilir? Hele “eski Türkiye”nin onca “millî” baskısına, gerçekte ahlâkla alâkası olmayan “ahlâkî” kılıklı “yerli” baskının da eklendiği bugünümüzde!

Eleştirirken şartları gözetmeliyiz.

Ya yaygınsa?

Bir Başkadır’ın karakterlerinde görebildiğim, seyredilene inanmayı zorlaştıran boşluklara ikinci yazımda değineceğim. Şimdilik bütün bunları konuştuğumuz ortama dair resmi tamamlamak amacıyla, iki örnekle sözü bitirmek istiyorum.

“Dizi âlemi” diye bir özel âlem var. Bunun da sınıfları, zümreleri, gelişmiş-ilkel sayılan grupları, alt-kültürleri, uzmanları, müdavimleri var. Dizileri seyredenler yalnız –Bir Başkadır sayesinde, “profesyonel” dizi seyircisi dışında da herkesin öğrendiği- “total” ve “AB” gibi gruplardan oluşmuyor. Dijital platformlar üzerinden yasal, internetin ara sokaklarından gayri-yasal kanallardan izlenebilen diziler, bambaşka alışkanlıklara sahip, çoğu genç -dolayısıyla önümüzdeki dönem için belirleyici- gruplar yaratıyorlar. Bu dönemin dizi seyircisi bileşimindeki payını henüz tam bilmesek de, şöyle bir profil var, “günün koşulları” dediğimizde hesaba katmamız gereken: “…genelde yerli yabancı farketmeksizin dizileri netflixte 1,5x ile youtubeda 2x ile izlerim ve çoğunlukla ileri atlarım. bu diziyi normal hızında ve ileri atlamadan izledim. o dağ taş sahnelerinde dahi ileri sarma gereği duymadım.”

Ya bu tavır yaygınsa? Video izlenecek hemen her yere bu hızlandırma düğmeleri çoktandır eklendiğine göre..? Genç arkadaşımız Bir Başkadır’ı sahici hızında izlemiş. Diziye puan yazdırır, “ileri atlayan” gençlerin de dizinin içeriğine ve anlatımına kayıtsız kalamadıklarını gösterir. Ancak 1,5-2x hız meselesi, bütün görsel-işitsel ürün piyasasında kolay kapanmayacak kuşak farkı yaratabilir. Bizim seyredişimiz ve değerlendirmelerimiz bu 1,5-2x hız dünyasının kapısından bile giremiyor olabilir, kapı da hızla önümüzden geçtiği için; yalnız dikkat çekmek istedim. Bir sonraki seçimde -olursa eğer- bu 1,5-2x’lerden yüz binlercesi oy atacak.

“Ya yaygınsa?” başlığı altına süreceğim ikinci olgu ise yerel. Cehalet tanımını değiştirip kaynakları üzerine yeniden eğilmeyi gerektiriyor. Şöyle diyor seyirci: “…lütfen bir kişi bana kürt kız kardeşlerin kavgalarının sonundaki ‘35 yıl önceki yenen tekme’ mevzusunu açıklasın. anlamadım neyden bahsediyor, erkeklere mi tepki? yoksa türk kürt mevzuları mı? nedir cidden anlamadım.”

Hakikaten, bazen “neyden” bahsediyoruz?