Beni bu havalar

Zorlu zamanlardan geçtikten sonra mucize kabilinden yeniden aşkı bulanların “İkinci bahar yaşıyorum” demesi boşa değil

KARİN KARAKAŞLI

13.03.2021

Bir dizeyle anında hatırlanıveren şaire ne mutlu… Bunca genç yaşta ölmesine inat Orhan Veli Kanık, her zamana denk gelir. “Beni bu havalar mahvetti” derken, onu da yâd etmiş olursun. Bir kere başladın mı, arkası çorap söküğü gibi gelen bir şiirdir, için için sökülürsün.

 

Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim

Evkaftaki memuriyetimden.

Tütüne böyle havada alıştım,

Böyle havada âşık oldum;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum;

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti;

Beni bu güzel havalar mahvetti.

 

Nasıl da sade değil mi? Sanki bir çırpıda sen de yazabilecekmişsin gibi hissettiren… Ama bir denemeye kalktığında o sadeliğin ardında saklı deneyimi de emeği de fark edersin. Demi süzülmüş şiirdir bu. Yıllanarak zamana meydan okumuş sessiz bir bekleyiş. 

Mahvetti değil “Beni bu havalar kendim etti” diyesin gelir. Çünkü tam da böyle havalar denen o his eşliğinde her zerrenle yaşadığını hissetmişsindir. Keşke hayatın her ânını, her gününü layıkıyla yaşamak mümkün olsa. Ama rutinden ne denli kaçınmaya çalışsan da, bir bakmışsın sen de otomatik pilotta idare ettiğin bir çarkın içine sıkışmışsın. Ertelenen hayaller, cesaret edilemeyen kararlar, başlanamayanlar, bitirilemeyenler; hepsi günlük yapılması gereken işlerin, sorgulanmayan sorumlulukların ardında sıkışıp kalmış. O kadar ki o hayali, o kararı, o başlangıcı, o sonu yaşamak isteyen insanı, o eski seni hatırlayamaz hâle gelmişsin. 

Sonra işte o an gelir. En beklenmediği anda gelir. Böyle pat diye. Görünüşte hiçbir şey değişmemiştir. Nihayetinde hiçbirimizin elinde kaderi bir çırpıda dönüştüren sihirli bir değnek yok. Ama o masallar da olup olamayacağına bakmadan asıl istediğimiz şeyleri dile getirmemize aracı olmadı mı hep? Alaaddin’in cini, dilemenin ne kadar zorlu bir şey olduğunu öğretmedi mi bize? Çünkü dilemek, kendine bir gerçeği itiraf etmenle başlar hep. Hakikatiyle yüzleşmeyenin hayal kurmaya gücü olmaz. Hakkı da olmaz çünkü dilek; dile pelesenk edilmiş, sakız gibi çiğnenmiş bir şikâyetler yumağına gönül indirmeyenlerin işidir. Hayalin kendisi de en az gerçeği kadar emek ister. İnanç ve umut emeği. Kimsenin kendisine ve başkasına kolay kolay veremediği. 

 

Duyuların bayramı

 

Havayla gelir o uyandıran his. Hani şu “mahveden havalar”la.  O havadaki tazelik, hafızanda bir şeyleri çağırır. İhtimal o kadar derine gömülmüştür ki o anılar, neyi hatırlamaya çalıştığını bile anlayamazsın. Kendine gafil avlanırsın.

Varlığını hissettiğin andır bu. Sebepsiz güzelsindir, içinden ışıltılı. Bütün duyuların kabarmış. Renkler daha parlak, yemekler daha leziz, kokular daha keskin. Onca koşturma içinde şehrin içinden geçen denizi unutmuşken, burnuna bir yerlerden iyot kokusu gelir. Hayatının ritmini belirleyen o bildik rutini canın çekmeyiverir o an. Oysa nasıl da gıkını çıkarmadan uyuyordun gidişata. Nasıl da iştahla sürdürüyordun gaflet uykunu. İçinde tarif edemediğin bir şeyler kıvıldar. Avuçlarının içi karıncalanır. Bir anda terler, sonra kendi terinde üşürsün. Yerin ağırlığı kalkar. Bir mesafe gelir sanki bütün boyutlarla arana ama o süzülme ânında kökünden kanadına hiç olmadığı kadar yeryüzüne ve gökyüzüne bağlı hissedersin kendini. Kainatın içerisindeki zerreliğini.

 

Baharı bulmak

 

Akşam serinliğinde üzerine aldığın hırka, içine ilk kez yattığın tertemiz yatak gibidir hayat. Her şeyiyle seni sarıp sarmalayan. Demlenmiş çayın, ocaktan indirilen kahvenin kokusu gibidir. 

Şehrin her köşesini çiçekçiler tutarken, burnuna fulya, sümbül ve mimozaların kokusu gelir.  Sevdiğin bir insanın sürdüğü parfümden bağımsız, teniyle bütünleştiği için biricik olan kokusu gibi çarpar seni kaçak bahar çiçekleri. Onlar göze almıştır işte. Koklamayı biliyorsan, güvenmeyi de bileceksin. Tıpkı o erken açan tomurcuklar gibi. 

Zorlu zamanlardan geçtikten sonra mucize kabilinden yeniden aşkı bulanların “İkinci bahar yaşıyorum” demesi boşa değil. Rutinini sorgulatan beklenmedik tazeliğe karşı her bir kemiğini, iliğini, eklemini acıtan bir hâlsizlik hissettiğinde “Bahar yorgunluğu bu, geçer” denmesi de. Ağrıların da hatırlattığı çok şey var. Bak, kabuğun nasıl da sertleşmiş; gözünün feri solmuş sonra, saçının parlaklığı gitmiş. Kimselerden habersiz kararmışsın.

Pijamayla sokaklarda koşmak diye bir şey vardı hatırladığın. İsyan falan diye de yapılmazdı. İçmeden sarhoştun. Gözün görmez, varlığın umursamazdı üzerindekileri. Bir ev içi, bir de dış dünya kıyafeti giymek gerektiğini. Mantığın devreden çıkınca kalbin nasıl da hınzırdı. Sinema salonlarından yokuşlu sokaklara, balkonlardan arka bahçelere her yer içini açardı. Mutluluğun bir bahaneye bakardı.

Şimdilerde gülmek ve ağlamak birbirine çok yakın. Çoğu zaman taşlaşmış gibi kalıyor insan. Biriken her şey; aklın ince çizgisinin üzerinde, güldüren acılar ve ağlatan mutluluklar arasında gidip geliyor. Duyguların birbirine karışıyor, yer değiştiriyor sürekli. Ve tam o an yine gaipten o “mahveden havalar”ın kokusunu alıyorsun.

“Beni bu havalar mahvetti” hissi de bir karışım aslında; sınava girme heyecanı, hayal kırıklığına uğrama korkusu ve hepsini bastıran hayat coşkusu. Korkuların tamamen ortadan kalkmamış ama üzerindeki etkileri azalmış sanki o an. Ne de olsa korkuna rağmen, sırf korktun diye yapmadığın şeylerin yükünü taşımak çok daha ağır. Şu ‘acaba’lar, ‘keşke’lerle uğraşma sıkıntısı. Boşluğun ağırlığı. Hayatın sonunda sende kalan ne olacak zaten? Muhtemelen brüt ömründen rutini çıkardığında elinde kalan o net mucizevi zaman. En azından denemedim demezsin. Eskilerin deyimiyle içinde ukde kalmaz. Halk deyişlerinden devam edecek olursak: Günah senden gider, gerisi Allah kerim…

Pandemi başta sağlık, eğitim ve ekonomi olmak üzere devletlerin esas gücünü sorgulatıyor, malûm. Ne pahasına olursa olsun, zincir hâlinde üretimi ve bitmek bilmez bir tüketimi dayatan neokapitalist düzende, insanlığın kendini hangi alanlarda kandırdığı, mücadele ve değişimin kendini nerelerde dayattığı gün gibi ortada. 

Bütün bu büyük ölçekli çerçevenin içinde bir de bizim küçük hayatlarımız var. Varlığına şükrettiğimiz insanlar ve şeyler, tekrar tekrar yapmaktan kendimizi alıkoyamadığımız bize has ritüeller. Pandemi bu kişisel ve toplumsal hazineye de saldırdı. Ayrıntıların önemi kalktı ortadan. İşlevsiz her şey anlamını yitirdi sanki. Bir masaya oturup ettiğin sohbet, varacağın hiçbir yer olmadan kendini saldığın yürüyüş, ihtiyaç için değil, içinde bir an bir kıvılcım çaktırdığı için yaptığın alışveriş, tanımadığın insanlara verdiğin selam, sorduğun hâl-hatır, hepsi gitti. Geriye sen ve zorunluluklardan ibaret günler kaldı. İçinden geçerken adını unutacağın denli uzun, bir çırpıda yuvarlanıp gidecek denli kısa. Tarihe, takvime meydan okuyan bir durma hâli. 

Sonra gel-giti hatırlarsın yine. Kumu, kayayı şekillendiren gücü. Dalganın hareketini. O bitmeyen devinimi. Hadi Orhan Veli’yle başladı, onunla bitsin kaçak baharın tasviri. 

 

Sanma ki derdim güneşten ötürü;

Ne çıkar bahar geldiyse?

Bademler çiçek açtıysa?

Ucunda ölüm yok ya.

Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten

Güneşle gelecek ölümden?

Ben ki her nisan bir yaş daha genç,

Her bahar biraz daha âşığım;

Korkar mıyım?

Ah, dostum, derdim başka…

 

Derdine rağmen sevmek var ya, odur sanki tarifi. Işığını kaybetmekten daha korkutucu ne var şu hayatta? Kendini tanıyamaz hâle gelmekten. Kabuğunun içinde çürüyüp gitmekten. Acına, ağrına, can sıkıntına ve hüsranına da şükretmeyi öğrenirsin. Hayata ihanet etmekten daha korkunç bir ölüm olmadığını. En anlamsız günün içinde kumdan kale yapan o çocuğu görürsün gözünün önünde pat diye. Kırmızı minik kova ve küreğini, tırnakların içine kadar dolan nemli kum tanelerini. Güneş kremi kokar ortalık. Dilinin ucunda hep bir tuz tadı. Boşa değil o çocuğun sana yine gelişi. Yükünü, gamını suya akıtmanı bekleyişi. Elbet o günler yine gelecek. Anı olmaya değen zamanlar. Nakaratın yine kulağında çınlıyor, bak: “Beni bu havalar mahvetti.” Bu en güzel dağıtma hâli, bu en leziz perişanlık. O çocuk başka türlüsünü istemezdi.