Bir suikast: Bünyeyi temsil eden hücre
“Korkut Eken, bana hitaben gülerek, ‘Atilla, biz Kıbrıs işini hallettik, biliyor musun,’ dedi.”
29.05.2021
Kıbrıslı Türk gazeteci Kutlu Adalı’nın öldürüldüğü suikastın öyküsü bu topraklarda bize reva görülen -bazen de görülmeyen- hayat hakkında, onun birilerince öngörülmüş sınırları hakkında, hangi durumlarda nasıl elimizden alınabileceği hakkında hızlandırılmış kurs rehberi gibi. Adalı’nın kimliği, siyasî kişiliği, Yenidüzen gazetesindeki yazıları, onun “istenmeyen adam”lıktan somut hedefliğe geçirilişine yolaçan esrarengiz manastır baskınına dair ortaya attıkları, öldürülüşü ve eşinin sürdürdüğü adalet mücadelesi, kısaca, suikastın öncesi ve sebeplerine dair ayrıntılı toparlamayı Karar yazarı Yıldıray Oğur beş gün önce yaptı: “Aziz Barnabas’tan Sedat Peker’e…” Bu yazıda aktarılanlara en azından göz atmanızı öneririm. Biz bugün suikastın tekrar gündeme gelişinden, yani Sedat Peker’in ifşaatından ve bunun üzerine ortaya dökülenlerden hareketle konuşacağız.
Medyascope’un İngilizce programı “This Week in Turkey”de (“Türkiye’de Bu Hafta”) Şirin Fulya Erensoy’un konuk ettiği Kıbrıslı serbest gazeteci Esra Aygın, ifşaatın Kıbrıs Türk toplumunda nasıl karşılandığına ilişkin soruya cevaben, “Dürüstçe konuşmak gerekirse,” diye girdi söze, “Kıbrıs Türkleri Kutlu Adalı’nın öldürülüşünün Türkiye derin devletiyle bağlantılı olduğunu başından beri biliyorlardı.” Kıbrıs’la en ufak teması olmuş bütün gazeteciler, araştırmacılar da, Kıbrıs Türk toplumunun bunu başından beri bildiğini başından beri bilir. Suikastın amacı yalnız Kutlu Adalı’yı susturmak değil, o andan itibaren adada geçerli oyun kurallarını herkese bildirmekti. Nitekim doğru dürüst suikast soruşturması yapılmasına da meydan verilmeyerek, kimin neye hükmettiği, kimin artık hükmedilen konumunda olduğu tescillenmişti.
“Kıbrıs küçük yer”
Medya Koridoru’nda Canan Kaya’nın görüştüğü Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Milletvekili Asım Akansoy, “Kıbrıs küçük bir yer,” dedi. “Dolayısıyla da kimin kim olduğu, ne yaptığı biliniyor. Geçmiş yıllarda asker ile sivil hayat çok iç içeydi. (…) 2000’li yıllara kadar, askerin sivil hayata doğrudan müdahale ettiği, hatta seçimlere bile karıştığı bir süreç vardı. Özellikle de 1990 seçimleri çok bilinen bir olaydır.”
Suikast hazırlığı, sonuçsuz girişim, cinayet ve karanlıkta kalışı hakkında düşünürken, Türkiye istihbaratının uçan kuştan haberinin olduğu ortamı hep gözönünde tutmalıyız. Akansoy “çok fazla yapabilecek bir şeyimiz yoktu” diyor.
KKTC siyaseti ve yönetiminde çeşitli düzeylerde görevler üstlenmiş eski Demokrat Parti başkanı, halen Lefkoşa bağımsız milletvekili Serdar Denktaş, Sözcü yazarı İsmail Saymaz’a suikastın yapıldığı dönemin ortamını şöyle anlattı: “Kıbrıs’ta o dönem Türkiye tarafından direkt veya Türkiye eliyle bir şey yapıldığında çok fazla sorgulanmazdı, bir bildiği var diye.” Zamanında yarım bırakılmış soruşturmanın yeniden açılması taleplerine dairse, “Açalım da,” dedi, “nereye kadar götürebiliriz?” Denktaş’a göre “bu işin başlangıç yeri” Türkiye ve oradan alınması gereken bilgilere nasıl ulaşabileceklerini bilmiyorlar.
KKTC’li siyasetçiler her şeye rağmen parlamentoda bir araştırma komitesi kurdular. Oybirliğiyle. Kutlu Adalı’nın öldürüldüğü 1996’da iki araştırma komitesi birden kurmuşlar, komitelerin çalışmaları hukukî sonuç yaratamadan sona er(diril)mişti. Şimdiki Meclis Araştırma Komitesi’nin başarılı olabileceğine dair umut beslemeleri için sebep yoksa da, Kutlu Adalı suikastıyla ilgili ifşaatı duymazdan gelmeleri mümkün değil. Ana muhalefet milletvekili Akansoy, “Bu canlanan alev sönmez…” diyor. “Çünkü yıllardır kor haldeydi zaten. Yıllardır Kutlu Adalı cinayeti bizim için bir toplumsal yaradır.” KKTC basını -iktidar çizgisindeki bir-iki gazete hariç- bu yüzden, kocaman, gürültülü, heyecanlı manşetlerle duyurdu Sedat Peker’in ifşaatını. Yara kapanmadığından.
Biz de bunun ve benzer başka yaraların nasıl açıldığına dair ilk elden bilgiler ediniyoruz ve bizim korlar da yeniden yeniden yeniden alevleniyor.
Nasıl öldürülmüş Kutlu Adalı?
Suikastın ötesini berisini, en başta failini en iyi bilebilecek insanlardan biri, Sivil Savunma Komutanı -o sırada- Kurmay Albay -şimdi emekli orgeneral, eski Jandarma Genel Komutanı- Galip Mendi olmalıydı. Mendi yıllar sonra (27 Mayıs 2021’de), kendisine cinayetin sebebini soran gazeteciye şu cevabı verecekti: “Güney Kıbrıs'ta korkunç bir mafya vardı. Türk kesiminde de bu tür kişiler olduğunu biliyorduk. Onlar yapmış olabilir.”
Sedat Peker’in ifşaatı, kardeşinin dilekçesi, işte tam da bu rahatlık yüzünden parça tesirli bomba niteliğinde.
“Bana iki tane profesyonel!”
İfşaat sahibi Sedat Peker’in anlattığı öyküyü hatırlayalım. Şöyle başlıyordu: “Biz o zaman Korkut Eken, Mehmet Ağar hep beraberiz. Korkut Abi'nin odası Mehmet Ağar’ın odasının yanında.” Akla düşen soru: Nerede? Ağar’la Eken’in yanyana odalarının bulunabileceği bir operasyonel birim elbette olabilir; ancak Sedat Peker’in de rahatça girip çıkabildiği bu resmî yer neresidir? Niyeyse bu soruyu sormuyoruz.
Peker devam etsin: “[Korkut Eken] bana dedi ki: ‘Kıbrıs’ta bir adam var’. ‘Evet abi’ dedim. ‘Bu,’ dedi, ‘Kıbrıs’ı Rumlar'a satmak istiyor!’ (…) ‘Bana iki tane profesyonel’ dedi. ‘Abi ben öz kardeşimi vereceğim sana’ dedim. Öz kardeşimi! Evet. Atilla Peker’i dedim. Çok iyidir dedim bu işte, uzmandır. Sokaklardan yetişmiş.”
Neyse ki şunu sorduk: Korkut Eken’in yanında götüreceği polis, ajan, silahşör, keskin nişancı, ne bileyim, “bu işin uzmanı” resmî görevli yok muydu? Yılların gazetecisi Saygı Öztürk’ün, daha çok Korkut Eken’e söz hakkı verme mahiyetindeki söyleşisinde bu soru yeralmıyordu. Herhalde gelen meslekî tepkilerin yaygınlığı Öztürk’ü bu söküğü dikmeye yöneltti, o da sorup cevabı ertesi gün yayımladı. Eken, “PKK ile bir çatışma olursa yanında birisi olsun istemiş”ti. “Bu tür olaylarda o günkü devlet stratejisine göre devlet görevlisi yerine ‘eleman’ kullanılıyor”du. İlk gün yayımlanan lafa göre bu birkaç gram daha ağır sayılırdı. Söyleşide, yanına Sedat Peker’in kardeşini katışını dünyanın en sıradan, en olağan işi gibi sunan Korkut Eken’in cümlesi şöyleydi: “Her ihtimale karşı Sedat Peker’in kardeşi Atilla Peker’le gittim.”
Ne?! “Her ihtimale karşı” mı?! Strateji mi?! Strateji buysa hep eleman bulundurmak mı gerekiyordu? Kimlerdi bu elemanlar?.. Ne karşılığında çalıştırılıyorlardı? Kim karar vermişti bu “strateji”ye?
Sorular bitmiyor, her söylenen laf yeni soru doğuruyor. “Bu tür olaylar”da “eleman” kullanılması, sahiden, ne demek? Devlet görevlisi, hangi sıfatla bu işlere katıldığını biz sıradan insanların asla bilemeyeceği sivil birini yanına alıyor, adam vurmaya götürüyordu! Ve, öyle anlaşılıyor, bu sıradan, rutin, yerleşik bir uygulamaydı. Muhtemelen numarası, tarihi, adı sanı, kaydı kuydu vardı.
Ya “bu tür” derken nasıl bir “tür” kastediliyor? Azıcık iz sürmek gerekiyor. Saygı Öztürk’ün Eken’den aktardığına göre, MİT ve askerî istihbaratın elinin kolunun gözünün kulağının en ücra köşesine her an uzanabildiği KKTC topraklarında, Kıbrıs’taki kuvvetlerin komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı’ya göre, “çok büyük PKK faaliyetleri var”dı. Kundakçı, dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ı aramış, “Teröristler burada cirit atıyor,” demiş, “bu konuda yardım istemiş”ti. Korkut Eken, “Teröristler burada cirit atıyor, falan demiş,” diye anlatıyor: “Ben de o dönemde Emniyet'te Özel Harekât polislerini yetiştirmekle görevliyim. Mehmet Bey de (Ağar) beni gönderdi.”
Sorular öyle birikiyor ki, bazıları dokunulmadan arkada kalıyor. Sedat Peker Korkut Eken’e “öz kardeşini vereceğini” söylerken ağzından şu sözler dökülmüş: “Çok iyidir dedim bu işte, uzmandır. Sokaklardan yetişmiş.”
“Bu iş” ne, hangi “iş”te uzman, Atilla Peker? PKK ile çatışma çıkarsa Korkut Eken’i kollamada mı? Hangi “sokaklar”da “bu işte” uzmanlık kazandıracak hangi bilgiler edinilebiliyor? Atilla Peker’in uzmanlık sınavını hangi işlemleri yaparak geçtiği hakkında neden kimse tek söz etmiyor? Meselâ Sedat Peker’i dize getirmek isteyen içişleri bakanı, “Reis”in kardeşinin “bu işlerdeki uzmanlığından” örnekler verip onu sıkıştırabilir – yapmıyor!?
Korkut Eken elbette, Atilla Peker’i yanına alıp Kıbrıs’a can sıkan muhalif gazeteci Kutlu Adalı’yı öldürmek için gittiğini kabul etmiyor: “Tanıyorsam, biliyorsam şerefsizim. Öldürülmesiyle de alâkam yok.”
Eken, Kıbrıs’taki “PKK faaliyetlerine” yönelik inceleme yapmış, raporunu komutana vermiş, vs…; öyle anlatıyor. O sırada bilumum gizli kapaklı işleri yürüten “Sivil Savunma”nın başındaki Galip Mendi’yi “gitmişken” ziyaret etmiş, “Lefke’ye gideceği zaman da” otomobil vermişler. Sedat Peker’in ifşaatı üzerine kendisinin Atilla Peker’le birlikte çıktığı Kıbrıs yolculuğu kurcalanır diye, Mendi ziyareti ve otomobil konusunu garantiye almak istiyor Eken, şu son günlerde gazetecilerle konuşurken. (Başarılı olamıyor.) Peker’in kendisine karşı sebebini anlayamadığı kin ve garezinden yakınıyor, “Katil miyim ben?” diye soruyor.
“Bildiklerimi anlatmam zorunlu olmuştur”
Sözkonusu Kıbrıs yolculuğunu Peker’lerden de dinlememiz gerekiyor.
Sedat Peker’le giriş yapalım, sonra bu memlekette bile henüz benzerine pek rastlamadığımız tuhaf dilekçe faslına gelelim: Atilla Peker resmen gitti, zorla resmî kayda geçirtti, vermek istediği ama savcının almadığı ifadeyi!
Sedat Peker, kendisine “Kıbrıs’ı Rumlara satacak” diye sunulan Kutlu Adalı’nın “namuslu adam” olduğunu çok sonra anlamış. “Yüce Allah o insanın kanını bize nasip etmedi!” diyor, “tövbeler olsun” edâsıyla. “Bugünleri görmüş adam, bunun için çalışmış. Rumlara ülkeyi satacağı yok adamın. Hep böyle yapıyorlar! Vatanseverlik, milleti coşturuyorlar! Herkesi birbirine sokuyorlar.”
Yolculuğun sonu ve sonrasıysa şöyle gelmiş, Sedat Peker’e göre: “Döndüler üç-dört gün sonra. ‘Denk gelinemedi. Korkut Abi'yle konuştuk,’ dedi [Atilla]. ‘Tekrardan gideceğiz!’ Sonra orada bunlara bağlı olan başka bir ekip öldürmüş. Karşılaştık, Korkut Abi’ye. ‘Abi?’ dedim, ‘Halloldu o iş’ dedi!”
Nasıl hallolmuş? Serdar Denktaş, “Türkiye ile, buradaki elemanları ile bağlantısı vardır,” diyor. “Başka ihtimal düşünemiyorum.”
Sonuç alınamayan ilk girişimi Atilla Peker’den dinlemeden, onun anlattıklarını inandırıcı kılan iki olguyu araya sıkıştırmalıyım.
İlki, Sedat Peker’in ifşaatından hemen sonra kardeşinin gözaltına alınması. Sedat Peker, “kardeşim evinde, gidin, sorun, anlatsın” yollu meydan okumuştu. Bütün harekâtını ince ince planlayan adamın bu konuda kardeşiyle anlaşmış olduğunu veri almamız gerektiğine göre, Atilla Peker’in tam da bu nedenle, sorulursa konuşabileceği için derhal “emniyete” alındığını varsayabiliriz. Zaten, bizzat içişleri bakanının da televizyon ekranından tekrarladığı öyküye göre, Atilla Peker’in gözaltına alınışının kardeşinin ifşaatıyla falan güya alâkası yoktu! Adam, ihbar üzerine, ruhsatsız silah bulundurmaktan alınmıştı! Her türden yetkili bize sık sık salak olduğumuzu, çünkü başka seçeneğimiz bulunmadığını hatırlatır; biz de mecburen boyun eğeriz. Fakat “ihbar üzerine ruhsatsız silah” masalıyla kendimizden geçecek hale de düşmedik henüz.
İki olgu demiştim; ikincisi de şu: Atilla Peker, İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmek üzere Fethiye Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe verdi! Ve -şüphesiz kardeşiyle anlaşmış oldukları üzre- Kıbrıs’a suikast yolculuğunun ayrıntılarını ortaya döktü. Resmî kayda netameli bilgi girmesin diye doğru dürüst ifadesinin alınmayışını, mecburen kayda giren, böylece bizim de öğrenebildiğimiz dilekçe hamlesiyle telafi etti: “Cumhuriyet Başsavcılığınızca yürütülmekte olan soruşturma kapsamında toplumda Reis Sedat Peker’in 7. videosu olarak bilinen videodaki anlatımlarında adı geçen, adını ve mesleğini sonradan öğrendiğim Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın öldürülmesine ilişkin bildiklerimi ve yaşadıklarımı sayın makamınıza arz etmek için bu dilekçeyi yazmak zorunlu olmuştur…”
Jeriko’lar, Uzi’ler
Atilla Peker’in anlattıklarına geçebiliriz. (Peker’in dilekçesini ilk Ankara Gazetecisi’nden, Alican Uludağ’ın haberinden okudum, oradan aktaracağım. Şurada da, dilekçenin orijinal iki sayfası görsel -resim dosyası- olarak var.)
1996 Mart veya Nisan’ında, Sedat Peker, kardeşi Atilla’yı arayıp Ankara Sheraton’a çağırır, Korkut Eken’le buluşturur, onunla birlikte Kıbrıs’a gitmesini, teröristlerin öldürüleceğini söyler. Ertesi gün Eken ile Atilla Peker Kıbrıs’a uçarlar. Uçağa binişte Eken sahte kimlik verir, Peker de, Eken’in verdiği Jeriko tabanca belinde, girer kabine. Kıbrıs’ta otele yerleştikten sonra Sivil Savunma Daire Başkanlığı’na giderler, Peker “Kurmay Albay Galip Mendi”ye takdim edilir. Mendi, bunun yarım yamalak bir takdim olduğunu düşünmemizi istiyor: “Atilla dedi, başka bir şey demedi. Makam odamda yardımcım Yarbay Enver Topuz vardı. Korkut Eken ile çalışmış bir arkadaşımız.” (Peker’in dilekçesinde Tosun diye geçiyor; ikisinden biri yanlış hatırlıyor.) Galip Mendi’ye göre, o Korkut Eken’le görüşürken Peker “dışarıda bekliyor”du. “Zaten abuk subuk hareketleri olan birisi”ydi.
Mendi, Sözcü’den İsmail Saymaz’a, “Çatlı’yı tanımıyorum. Sedat Peker’i hiç görmedim,” diye sayıp dökerken, otomobil konusunda Korkut Eken’i ofsayta düşürdü: Eken ile Peker’in iki-üç gün kaldıklarını, “kendilerine bir Renault Toros araç tahsis ettik”lerini söyledi. Bu, Eken’in “Lefke’ye gideceğim zaman araç verdiler”iyle uyuşmuyor. (Adalı’nın evi çevresinde keşifler yapılırken kullandıkları aracın ellerinde kaldığı süreyi kısa mı göstermeye çalışıyor Eken?)
Korkut Eken’le görüşmesinde PKK’liler dışında kimseden bahsedilmediğini, Kutlu Adalı’nın lafının bile geçmediğini ileri süren Galip Mendi, İsmail Saymaz’ın “Atilla Peker’in sıfatı ne?” sorusuna, “Bilmiyorum,” cevabı verdi. Korkut Eken’in bu genç adamı Kıbrıs’a, hele son derece özel bir yer olan Sivil Savunma Komutanlığı’na yanında niye getirdiğine dair herhangi bir fikrinin olmadığına inanmamızı istiyor olmalı.
Halbuki Mendi’nin OdaTV’den Can Özçelik’e, “Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda görev yapmış bir büyüğümüz. Saygı duyduğum bir kişi. Kahraman bir subay” olduğunu söylediği Korkut Eken bu görüşmeyi izleyen dakikalarda, “yan odada” Atilla Peker’e “Uzi marka silah” veriyor, “nasıl kullanılacağını ve susturucunun nasıl sökülüp takılacağını öğret[iyor]”.
Ertesi gün hava karardıktan sonra Adalı’nın evinin civarında keşif yapıyorlar. Evde “dört-beş kişilik kalabalık” olduğunu görüyor, bu yüzden girmiyorlar. “Belimde Jeriko silah ve elimde susturuculu bir Uzi marka silah vardı,” diye anlatıyor Peker.
Silahların adını özellikle geçiriyor.
T24 yazarı Tolga Şardan, 1996 Kasım’ında Susurluk skandalı patladığı sırada Milliyet’ye polis muhabiridir ve İsrail’den getirtildikten sonra Emniyet envanterine kaydedilmeden “kayıplara karışan silah ve malzeme”nin peşine düşmüştür. İsrail hükümetinin Türkiye’ye hediye ettiği Jeriko ve Uzi’lerden bu vesileyle haberdar olur. Şardan, Atilla Peker’in sözettiği iki silahın, “Türkiye'de o dönemde pek bulunmayan ve sırra kadem basan Jeriko ve Uzi’lerden olması” ihtimaline dikkat çekiyor.
Eken ile Peker, ertesi gün, gündüz gözüyle de keşif yapıyorlar. Evde çok insan bulunduğunu tesbit ediyor ve girmiyorlar. “Bunun üzerine,” diye anlattı Atilla Peker, “Korkut Komutan bana dedi ki: üç kişi de olsa bunların hepsi PKK’lıdır. PKK’lı ile dost olan da PKK’lıdır. Hepsini öldürmende bir mahsur olmaz dedi.”
Üçüncü gün, “piyade alay komutanının makamına” gidiyorlar. Korkut Eken’in komutandan isteği: “güvendiği iki rütbeli” Kutlu Adalı’nın arabasını durdursun, “şahsı bize teslim etsinler”. Bekliyorlar. Bir-iki saat sonra “şahıs durduruldu” haberi geliyor. Binadan çıkınca, yanında “on beş yaşlarında bir çocuk”la birlikte Adalı’yı ve çevresini sarmış askerleri görüyorlar. Sessiz sedasız durdurulacak şahsın tenhada kendilerine “teslim edilmesi” planı böylece yatıyor: “Alay Komutanının makamına geri döndük. [Korkut Eken,] alay komutanını azarladı. Ben sana böyle mi söyledim, dedi. Sivil Savunma Daire Başkanlığı’na geri döndük ve ertesi gün de Türkiye’ye geri döndük. Ancak Korkut Komutan bana, Atilla, buraya geleceğiz, dedi.”
“Sabaha doğru cezaevine döndük”
Atilla Peker’in dilekçesinde bir de “epilog” bölümü var. Peker “bir yaralama nedeniyle” Paşakapısı Cezaevi’ndedir: Eken, “cezaevinde yanımda bulunan cep telefonumdan arayarak kendisinin Klasis Otel’de kaldığını, ziyarete geleceğini” söyler. Atilla Peker, “Cumartesi-pazar ziyaret yok, ben hastaneye çıkacağım, Klasis Otel’e ziyaretinize geleceğim,” der. Cezaevinin aracı yoktur, bir gardiyan ve askerlerle taksiye sığışıp hastaneye öyle giderler. Çıkışta Atilla Peker, “iki sivil aracın gelmesini sağlar” ve hastaneden Paşakapısı’na (kabaca Üsküdar) dönmesi gereken ekip, Silivri’deki Klasis Otel’e doğru yollanır.
Buraya kadarı da Atilla Peker’in mahpusluk yaşamında cep telefonunun pek de özel konfor sayılamayacağını göstermeye yetiyor gerçi; ancak devamı daha çarpıcı: “Erlere ve gardiyana lobide oturmalarını söyledim. Korkut Komutanın olduğu odaya çıktım, odada Reis Sedat Peker ve birkaç kişinin olduğunu gördüm.”
Atilla Peker odaya yalnız çıkmamış. Yanında iki resmî görevli var: “Korkut Eken, astsubay ve uzman çavuşun alnından öperek, ‘Atilla’yı getirdiğiniz için teşekkür ederim’ dedi. Bana hitaben gülerek, ‘Atilla, biz Kıbrıs işini hallettik, biliyor musun,' dedi.”
Bütün bunlardan sonra size öyle gelir mi, bilemiyorum, ama ben şu cümlenin de fazlasıyla zihin açıcı olduğunu düşünüyorum: “Sonra, sabaha doğru cezaevi sayımından önce cezaevine döndüm.”
Anlatılan kimin hikâyesidir, burada?
Korkut Eken’in? Galip Mendi’nin? Kutlu Adalı’nın? Bizim?