Görünmez ve sessiz ol. Mümkünse hiç olma.

Bir topluluğu kamusal alandan itip onu birkaç kuşak boyu sınırlı bir hayata sıkıştırdığında o topluluğun bireyleri ne hisseder?

İLHAMİ ALGÖR

23.11.2021

“Geç kaldın.”

“Alış veriş yaptım.”

Norma toplum içinde her Ermenice konuştuğunda yaptığı gibi kısık sesle konuşuyordu. (Zaven Biberyan, Meteliksiz Aşıklar, Aras Yayınları)

Nesneler Anlatabilirler / 2
Görünmezliğe itmek, sesini kısmak, madunluk: Topluluğun nesneleştirilmesi

Görünmezliğe itmenin, sesini kısmanın mağdur ve fail açısından temsil edici nesneleri neler olabilir? 

Failin resmî hüviyetine bakarsak kanunlar, kararnameler, her çeşit resmiyet simgesi, devlet dedikleri organizmanın güvenlik bürokrasisi, diğer baskılama birimleri vb. 

Okulları da boş bırakmamak lazım. Misal, Özel Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi, Biyoloji Odası demirbaş eşya listesi: Atatürk portresi, İstiklal Marşı, Atatürk’ün 10. Yıl Nutku, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, 11 tablo, 5 sıra, masa, kürsü, kas heykeli, iskelet, 5 pano, muhtelif biolojik araç ve gereçler.

Yukarıdaki hattın diğer sivil görünümlü unsurları, basın, edebiyat olsa gerek. Misal, Temmuz 1958, Milliyet gazetesi, Peyami Safa köşesi:

“… Pek çoğu Rum olan gazino sahiplerinin ihtara lüzum kalmadan benzer cüretleri önlemeleri temin edebilecek kısa bir yol vardır: Bu toprağa bağlılıklarından emin olmadığımız Rum gazino dükkan ve mağazalarıyla toptan alakayı kesmek. Bizden olmayanlara bu memlekette nefes aldırmamanın çaresi onların gelir kaynaklarını besleyen hava deliklerini tıkamaktır. Bunlar halis Türk müşterilenin azaldığını görürlerse, ya bize bağlııklarını ispat eden hareketlerde teberrulara, ianelere, milli davalarımıza her şekilde müdaafaya girişirler veya iflas eder, bu memleketten defolup giderler.” (Aktaran: Nurdan Türker, Vatanım Yok Memleketim Var, İletişim Yayınları)

("Ya sev ya terk et" şiarının öncülü gibi.)

Edebiyattan bir misal, Herkül Millas’ın, Türk Romanı ve “Öteki” adı kitabından:

“Türk edebiyatı içinde Yunan/Rum kadınının cinselliği ile 'Türk'ün ilişkisini en çarpıcı bir biçimde gösteren gene Attila İlhan' dır. Olumlu bir kahraman olan Binbaşı Ferid ve Kalyopi iki ulus gibi karşı karşıya gelirler ve bu erkek/kadın cinsel ilişkisi ulusal bir anlam kazanır. Kullanılan sözcükler askerîdir (mitralyöz, yatağan), tarihsel ve ulusaldır (Osmanlı, Yunanistan): 

"Binbaşı Ferid, Kalyopi'nin yüklü memelerinin ılıklığını, dudaklarında duyduğu sıra tuhaf bir şey oldu: çöl sabahının buğulu sıcağında, mitralyöz ağızları, eflatun çalan bir yalazla, ağulu zambaklar gibi açılı açılıverdiler. Biri sağında, biri solundaydı … Daha sonra (Kalyopi) iki eliyle sımsıkı kavrayıp göğsünün birisini kaldırdı, ağzı hizasına getirince yırtıcı bir oburlukla dişlerine geçirdi … (Binbaşı Ferid) Osmanlı yatağanı gibi, yalın ve seri, kadının içine girdi, garip şey, altında o an boylu boyunca uzanmış yatanın, Yunanistan olduğunu sandı."  (Herkül Millas, Türk Romanı ve “Öteki”, Sabancı Üniversitesi Yayınları.)

(Ötekileştirme konusunda Attilla İlhan ile Peyami Safa arasındaki makas kapanıyor gibi. Bir çeşit Yenikapı Ruhu mudur?)

Ve kamuoyu, kanaat, davanış, tutum oluşturan birtakım mekanizmalar. Ki bazı insanları, Kürdlerin kuyruklu olduklarına inandırmayı başarmış ve böylesine uçuk bir kara propagandaya cesaret edebilmiş bir mekanizmadır. 

Mesela, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası 1920’lerin sonu icat olunmuş bir slogan/mekanizma olarak 1930’lara sarktı. (İstanbul dışı etkisini merak ediyorum.) Tek Parti, azınlıkları –azınlık kavamını sevmiyorum, çok gerekliyse azınlıklaştırılmış diyelim, faili gizlemeyelim– Türkleştirme uygulamaları dönemindeyiz. 

Kampanya, hedef kitlesini kamusal alandan dışlayıcı şekilde uygulanmıştır. Türklük şuuru, genç Cumhuriyet’in coşkusu ve üniversite gençliği enerjisi karışımı ile hareket etmiş kırıcı, rencide edici, incitici olmuştur. Fakat Ladino konuşan İstanbul Yahudilerini Türkçe konuşma taahhüdü imzalamaya ve bilmediklerl İbraniceyi öğrenmeye mecbur etmiştir.  

Kampanya, Çok Partili Dönem (1946) ile sönümlendi, 27 Mayıs ihtilâli sonrası hafifçe canlanır gibi oldu. İstanbul Valisi, “Mevsim yaz, turistler geliyor, ortalığı karıştırmayalım” dedi meseleyi kapattı. (Mesela, valiliğin yaklaşımında bir şeylerin değişiyor olduğu hissi var. Bir kavis var burada.) Fakat, anadili Türkçe olmayanlarda iz kaldı. Kalp kırdı. İçlerine attılar. 

Bir topluluğu, kamusal alandan itip onu birkaç kuşak boyu sınırlı bir hayata sıkıştırdığında, kendini ifade etmesini engellediğinde o topluluğun bireyleri ne hisseder? Ve fail olarak, aldığın abdest ürküttüğün kurbağaya  orta-uzun vadede değiyor mu? Mülk ve servete yasal kılıflı veya dolaylı yollarla çökmek konusu ve belki de bu çökme işi kolaylaşsın diye ötekileştirmek/düşmanlaştımak bir yana. Hattâ Rum ortağını kravatı ile boğup mülküne konan birinden söz ediyor fısıltılar. 

Başlığa dönüyorum. Görünmez ve sessiz ol. Mümkünse hiç olma. 

Türkiye’de Yahudiler çocukluklarından itibaren Yahudilikleri ile ilgili olarak “göze batmamak”, “dikkat çekmemek”, “görünmez olmak”, “sessiz olmak” konusunda eğitilirler. Yahudilik özel alana veya sadece Yahudilerin bulunduğu kamusal mekânlara ayrılmış bir varoluş tarzıdır. Dolayısıyla Türk ve Yahudi olarak yaşanan ikili hayatlar ortaya çıkar.

Bu ikili hâli temsil edebilen nesneler var mıdır? Belki de üç boyutlu dışsal, fiziksel bir nesne değildir. Saroyan, Bitlis’te bir evin duvarında gaz lambası yuvası, boşluğu görür. Artık orada olmayanı işaret eden boşluk. Acaba ikili hâl, kişinin bedeninde ruhunda taşıdığı bir boşluk olabilir mi? İnsan, nesne kılınabilir mi?  

“Madun kelimesi, genel bir ifadeyle egemen grupların oluşturduğu yapı içinde temsil edilmeyen, dolayısıyla özne olmayan, nesne haline getirilmiş topluluklara işaret eder. Gramschi’ye göre madun olmanın temel özelliği, savunma halinde olmasından ileri gelir.”  (Nurdan Türker)  

“Şşşşt!, bizim için second nature oldu.” (Angel, Erkek, İstanbullu Rum, Atina’da yaşıyor.)

Bir kavram daha var: “ikinci bir doğa” kavramı. Nurdan Hoca’dan öğrendim. Burada Nurdan Türker Hoca’ya özel olarak teşekkür etmek isterim. Yoğun detaylı, tarihsel katmanlı, insan ruhunun biriktirdikleri arasından süzülerek, İstanbul Rumları için şehrin önemini, Rum Ortodoks kimliğinin inşasındaki yerini, mekân-zaman-hafıza ile kurdukları ilişkileri okuyucusunu yormadan, anlaşılır bir dille aktarabilmek … 

“İkinci bir doğa” kavramının içeriği, Madunluk tanımında yer alan, nesne hâline getirilmekten farklı. Fakat aktarmaya değer buluyorum.  

“Atina ve İstanbul’da yapmış olduğum derinlemesine görüşmelerde öne çıkan öncelikli konu, (İstanbul’dan) göç kararının zorluğu olmuştur. (…) Görüşülen kişilerin büyük bölümü, göç etme nedenlerini korku, tedirginlik, güvensizlik ve ayrımcılık olarak belirlediler. (…) Göçe ilişkin diğer bir bulgu da, görüşülen kişilerin bir kısmının, kendilerinin İstanbul’da yaşadıkları dönemde (kabaca 1970-1980’li yıllar) günün birinde göç edeceklerine ya da zorunda kalacaklarına yönelik bir bilginin zihinlerine kazınmış olmasıdır. Kimlikte bu derece baskın “ikinci bir doğa” tanımlamasına daha önceki yıllarda yaşamış ve 1950, 1960’lı yıllarda göç edenlerle yapılan görüşmelerde rastlanmamıştır. Bu bulgu, azalmış Rum nüfusunda çocukluk ve gençlik yıllarını İstanbul’da geçirmenin farkını ortaya koymaktadır.” (Nurdaan Türker, Vatanım Yok Memleketim Var, İletişim Yayınları)

Yukarıda Yahudi ve Rum hâlet-i ruhiyesi paragraflarında yeralan “ikili hâl” ve “ikinci bir doğa” tanımlarındaki ikilik bir eksilme midir, çoğalma mıdır? Bu hâlin azmettiricisi Türklerleştirme politikaları mıdır? Fakat kendisini ifade etmesine izin verek toplumsal hayatın içine almak da bir dönüştürme ve iki taraflı kazanım poliikası olabilir. Zaman içinde kaynaşır, beraber maça gidersiniz. Buna da izin vemiyorsun.

“Devletin gayrimüslimlerden beklediği Türklük performanslarına rağmen onları hiçbir zaman gerçek Türk olarak görmemesi, Türkiyeli gayrimüslimler açısından başa çıkması zor çelişkiler ve gerilimler yarattı. Kişi Türk olmak için ne kadar çabalarsa çabalasın tam olarak Türk olamıyor, bunun için de yine kendisi suçlanıyor ve sürekli bir tehdit altında yaşıyordur. Bu, Türkiyeli gayrimüslimlerin hayatında doğumlarından ölümlere kadar onlara eşlik eden bir gerilimdir.” (Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Dipnot Yayınları)

Ağzıyla kuş tutsa şansı yok durumu. Çıkışsız. Alacakaranlık kuşağı filmleri gibi bir durum. Bir çıkışsızlık öneğim daha var.

“HÇ., Alevi kürdü / Kürt alevisi, 38 sürgününü yemiş bir ailenin en küçük oğlu. Balıkesir’in bir ilçesinde iskan ediliyorlar. Bir ana üç oğul bir kız. Anne kaymakamın evine çamaşıra gidiyor. Belki kaymakam destek oldu ve HÇ ilkokul okuma imkân buldu. Sonra askerî okula gitti. Mezun oldu. Terfilerine engel olacağını bildiği soy sop hısım akraba bağlarını kesti. Neticede kurmay albay sınıfına kadar geldi fakat daha ileri gitmesine izin vermediler. Şimdi emekli ve İzmir’de plastik sandalye satıyor.” (Aktaran: Akrabası, çocukluk gençlik ve askeri okul arkadaşı, kuşakdaşı İK. )

İK.,son cümleyi ironik bir ses tonu ile söylüyor. “Ne oldu, değdi mi?” anlamında. Hayal kırıklığının temsili nesnesi var mıdır?

Yerinde bir uyarı

Tarihçi Axel Çorlu, Mağdur Öteki-Egemen Fail çelişmesinde, mağduru eksik anlatan dil’e işaret ediyor:

“Tükiyedeki azınlıklar ve yaşadıkları hakkında konuşurken, günümüz tarihçiliğinin önemli bir vurgusunu hatırlatmak isterim : bu isanlar (”biz”de diyebiliridim ama demedim) edilgen, kendilerine hep bir şeyler yapılan, hayatlarında inisiyatif kullanamayan, etken olamayan insanlar değil.

Elbette başlarına hem sistematik hem kaotik şekillerde son derece ağır, yok edici etkiye sahip, büyük olaylar geldi ve bu olaylar doğal felaketler değildi. Ama azınlıklardan bahsedilirken tamamen edilgen ve  “onlara yapılan şeyler” perspektifinden düşünülmüş şeyler görünce tarihçi tarafımda alarm zilleri çalıyor. 

Türkiye azınlıkları, en zor koşullarda, en büyük zulüm karşısında dahi hayatta kalmayı başarmış, onunda ötesinde her defasında sıfırdan, yeniden başlayabilmiş, dünya tarihinin en parlak direnç ve başarı hikâyeleri arasındadır aynı zamanda. Bu da önemli.”

***

Geçen yazının son cümlesi: “Bu arada Kulüp dizisi ortalığı kırdı geçirdi. İyi oldu.” idi. “İyi oldu” ifadesini açalım:

"İlk kez Türkiyeli bir Yahudi'nin hikâyesi ana akımda bir yayın organında merkezde bulunuyor. Türkiye'de çok çok küçük bir toplumuz, "Artık görünüyor muyuz?" derken böyle bir işin yapılması büyük sürpriz oldu. (…) Sadece Ladino gibi kültürel öğelerle geçiştirilmiş bir iş değil. O dönemdeki Türkleştirme politikaları, Varlık Vergisi gibi politik tarafların da hikayenin diğer tarafları ile birlikte ele alınması çok şaşırtıcı ve çok güzeldi.” 

"Ben hiçbir zaman sadece Yahudi olarak tanımlamadım kendimi… Hep 'Türkiyeli Yahudi' olarak kendimi tanımladım.  Sefaradım, İspanya vatandaşlığım var ama hiçbir zaman İspanya'ya bir bağ hissetmedim. Aynı zamanda İsrail'e de bir bağ hissetmedim. Çünkü dizide dediği gibi "Biz 400 yıldır buradayız, vatan yahu"… O 400 yıllık hafıza kesinlikle, kendi adıma beni Türkiye'ye bağlıyor. Ama tabii ki bu antisemitizm, Türkleştirme politikaları… Sadece bu dönem değil, Cumhuriyetin genelindeki atmosfer, bir yandan da dışlayıcı. Yani ben ne kadar kendimi Türkiyeye ait hissetsem de, "Acaba devlet ve Türk toplumu beni Türkiyenin bir parçası, eşit vatandaş olarak görüyor mu?" hissi hep var. Ama dizi bu hissi şöyle değiştirdi: Bizim hikayemiz de görünür oldu. O görünürlük, ülkeye dair aidiyeti güçlendiren bir şey.” (Liora Morhayim – Doktora öğrencisi)

——

Gelecek bölüm: Egemen toplum alametleri: Bayrak ve bağzı şeyler

——

Tepedeki fotoğraf: Rıfat Bali'nin özel arşivinden.