Teselliyi Eşyada Aramak
“Nesnelerle aramızdaki ilişkinin bizi nasıl değiştirdiğini, kendimizi yeniden nasıl kurduğumuzu anlamaya çalışıyorum.”
04.06.2022
“Nesneler” kelimesi ile Google’da gezinirken, “Teselliyi Eşyada Aramak” başlıklı bir doktora tezi gördüm. Tam adı, “Teselliyi Eşyada Aramak: Türkçe Romanda Nesneler”. Aslı Uçar imzalı, 2012 tarihli doktora tezi (1).
Tez’in sunuş bölümü şu açıklamalara yer veriyor:
“Bu çalışmada, dokuz Türkçe romanda maddi nesnelerin oynadığı yazınsal roller incelenmiş ve anlatılardaki eşyanın çözümlenmesine ilişkin özgün bir düşünsel çerçeve geliştirilmesi amaçlanmıştır. (…) Tezin sonuç kısmında, metinsel bulgular, ilk bölümde geliştirilen düşünsel çerçeveye göre tartışılır. İkisi hariç, seçilen romanların ortak bir örüntüye sahip olduğu gözlemlenmiştir: Ana karakterler duygusal yoksunluklarını telafi etmek için eşyalara yönelmekte, bu da romanlarda nesnelerin kişileştirilmesine yol açabilmektedir.”
(Alıntılamak da bir çeşit kurgulamaktır. Alıntılamalarım ile tez çalışmasının ruhuna zarar veriyorsam Aslı Uçar’dan özür dilerim.)
“Tezde ele alınan romanların çoğunda, eşyaların karakter yaratımına hizmet etmenin yanı sıra karakterleştikleri de gözlemlenmiştir. Karakterlerin insani ilişkileri nesnelerle ikame etme eğilimi, incelenen çoğu romanda nesnelerin karakterleşmesi olgusuna yol açmıştır. Araba Sevdası, Udî, Aşk-ı Memnu, Çamlıcadaki Eniştemiz, Huzur, Sonsuzluğa Nokta ve Fikrimin İnce Gülü romanlarının anlatıcıları ve/veya karakterleri çeşitli nesneleri kişileştirir. Sadece Tatarcık ve Masumiyet Müzesi’nde kişileştirilen bir eşyaya rastlanılmamıştır. Özellikle Halit Ziya Uşaklıgil ve Hasan Ali Toptaş’ın oldukça dinamik nesne poetikaları vardır. Bu yazarların romanlarında eşyalar, statik bir betimleme süsü olmanın ötesinde anlatının dramatik geriliminde aktif rol oynar. Aşk-ı Memnu ve Sonsuzluğa Nokta’da anlatıcı tarafından düzenli ve tutarlı olarak kişileştirilen nesneler bulunur.”
Tez 257 sayfa. Tezi, adları geçen 9 roman ile paralel okumam gerekir. Bunu yapacak gücüm yok. Adları verilen romanlar içinde sadece Huzur’un bazı paragraflarından haberdarım:
“…Mümtaz ikindi güneşinin altında bütün uzunluğunca, adeta dikilmiş hissini veren; öylece gözlerine batan sokağa baktı. Bir yığın eski eşya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar, mangallar yol boyunca iki tarafta üst üste yan yana diziliydi. En hazini sadece oraya düşmeleriyle bir facia teşkil eden yatak ve yastıklardı. Yatak ve yastık… Kaç türlü rüya ve kaç cins uyku vardı burada. (…) Bu küçük sokağın ne kadar üst üste, girift bir hayatı vardı. Nasıl bütün İstanbul, her çeşit ve her türlü modasıyle, en gizli, en umulmadık taraflarıyle buraya akıyordu. Sanki eşyanın, atılmış hayat parçalarının yaptığı bir romandı bu.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur)
O günlerde aklımı başka bir konu çeldi. Raymond Carver’in Yazmak Üzerine adlı kitabının ilk bölümü babasına dair idi:
“Babamın adı Clevie Raymond Carver’dı. Ailesi onu Raymond diye, arkadaşları ise C.R. diye çağırırdı. Bana Raymond Clevie Carver Jr. adı verilmiş. “Junior” kısmından nefret ederdim. Ben küçükken babam beni Kurbağa diye çağırırdı, sorun değildi bu.” (2)
Hemen hemen aynı günlerde Murakami’ye ait, babasından söz ettiği bir metin gördüm :
“Babam 1 Aralık 1917’de, Kyoto’ya bağlı Sakyō-ku semtinde bulunan Awata-guchi’de doğmuş. Küçük bir çocukken Taişo demokrasisinin son dönemlerine denk gelmiş, ardından Büyük Buhran ve İkinci Çin-Japon Savaşı adlı bataklığa, son olarak da II. Dünya Savaşı’nın trajedisine. Sırada savaş sonrası dönemin kafa karışıklığı ve yoksulluğu varmış, babamın neslinin hayatta kalmakta zorlandığı bir dönemmiş.” (3)
Murakami ve Carver’a, Oğuz Atay’ı ekledim :
“Sevgili babacığım,
Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın birçok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.” (4)
Buradan yürümeyi düşündüm. Belki kendi babamdan da söz ederdim:
“Dedem, babamın babası köyde ev yaparken tavan çökmüş ve merteklerin altında kalmış ölmüş. Anasını amcası almış. Bir süre sonra anası da ölmüş. Nenesi babamı sırtına alır kapı kapı dolaşırmış. Annem bu dolaşmayı dilenmek olarak yorumluyor. Zaman 1938 öncesi. Mekan Dersim Ovacık’ın bir köyü. Kaç hane, kaç kapı olabilir ki? Sormadım, cevabı annemin de bildiğini sanmıyorum. Ovacık köylerinin, Erzincan ova köyleri gbi çok haneli olmadığını biliyorum.”
Carver, Murakami ve Atay metinlerini okuyup babalarına dair düşüncelerine göz atmak fikri, taslak bir fikirdi. Üzerine çalışmak gerekirdi. Ki o arada twitter’da Asuman Susam’ın tweet’ini gördüm:
“Nesneler bizi zamanda geriye götürür, tüm kaybı tersine çevirir, bu yolda ilerledikçe önce kayıp gözlüklerimizi, sonra kayıp oyuncaklarımızı, en sonunda süt dişlerimizi buluruz. Aslına bakarsanız, objelerin büyük çoğunluğu biraraya gelir ve telafisi mümkün olmayan geçmişimizin takımyıldızını oluşturur. Rüyalarda bize dönen bu takımyıldızıdır işte, fakat bu defa rüyayı gören kişi kayıptır maalesef." (R. Solnit, Kaybolma Kılavuzu, Çev. Gökçe Gündüç)
Kaybolma Kılavuzu (5) adlı kitabın peşine düştüm (Google) ve Nazan Maksudyan’ın kitaba dair yazdıkları ile karşılaştım:
“Nabokov cenneti tarif ederken, orada kayıp sevdiklerimizle kayıp eşyalarımızı bulacağımızı söyler. Arşivlenmeyen, saklanmayan, tasnif edilmeyen, kaybolan bütün eşyalarımızı, bütün mektupları ve üzeri karalanmış defter sayfalarını, küpe teklerini ve güneş gözlüklerini, şemsiyeleri ve fularları, fotoğrafları ve eldivenleri… Halbuki Rebecca Solnit eski anılarla, fotoğraflarla, eşyalarla yıllar sonra karşılaşmanın yarattığı tekinsizlikten, netameli aşinalıktan söz ediyor. Çocukluk elbisemizi yıllar sonra görmek tuhaf bir durumdur. Karşımızdaki tanıdık olsa da aslında biraz da yabancıdır. Hatırladığımız gibi değildir, rahatsız eder bizi. Ezbere bildiğimizi sandığımız eski bir mektup gibi. Tamamen unuttuğunuz iki satır, bir kelime bütün dengenizi bozar. Gerçeklik, geçmiş, bugün algınızı yaralar. Aranıza mesafe girmiştir. Bunca yıl farkına varmadığınız uzaklık bir anda kapanması imkansız gibi görünür. Her şey maviye dönüşür, yazarın tabiriyle “mesafenin mavisine”… “ (6)
Heyecanlanınca biraz dağılırım, dağınık ve zıp zıp tarzında çalışırım. Asuman Susam’a aşağıdaki kısa metni ilettim:
“Mehaba, ‘nesneler, objeler’ alıntınızı gördüm. Alıntınıza sebep olan nedir? Ne ile ilgilisiniz? Vaktiniz olur mu beni cevaplamaya? “
Çok güzel bir cevap aldım. Aldığım izin ile aktarıyorum:
“(…) Çocuklar toplamayı ve saklamayı sever. Bir tür istifçilik. Büyürken bahçeli evlerle çevrili olmak da bende bunu tetiklemiş olmalı. Annemi delirtme pahasına eve taşıdıklarım, kabuklar, dallar, kuru çiçeklerden tutun da ölü kabuklulara dek türlü şey.
Köklerin nere, sorusu benim için hep çetrefilli olmuştur ama nesnelerle ilişkimde, merakımda göçmen bir ailenin üyesi olmanın etkisinin mutlak olduğunu hissettim hep. Balkanyalılık… Nevrakop, Florina, Bitola (Manastır), Saraybosna karışımı bir anaerkil genişlik. Müthiş terziydi tüm kadınlar, maharetli aşçılar. Anneanne deyince singer dikişmakinesi, yaptığı beyaziş masa örtüleri, dikiş yüksüğü, karanlık ve her daim soğuk bodrum kapısını açtığında merdivenlerin üzerinde asılı teldolap, Boşnak böreklerini döktürdüğü şu eski yuvarlak elektrikli fırın gelir kimi zaman aklıma. Kimi zaman başka şeyler. Vanilyalı, marmelatlı kurabiye kokusu da olabilir bir anneanne mesela. Bakır kamineto ya da gelincik sigarası.
Babaannem daha yoksul bir hayattan geliyordu. O kuşağın savaş görmüşlüğünün tüm izlerini taşırdı. Az ve pahada değersizdi eşyaları ama bir ipiyle vedalaşmadı ölene dek. Diyorum bu görgünün de bilinçdışıma işlediği şeyler muhakkak olmalı.
Çocuklukta bahçeler muazzamdır ve büyük. Dedemin bahçesi de bana öyleydi. Bahçenin bir ardiyesi vardı. Yazları siesta vakti en serin yerlerden biri olan buraya sızardım kimseye görünmeden. Dedemin istiflediği Cumhuriyet gazeteleri, okul yıllarından kalma Osmanlıca ders kitapları. Oraları merakböceği olarak deşerken annemin gençliğini buldum: Ses ve Hayat mecmuaları. Sonra babam benim için ciltlemişti onları. Kendimden geçiren sevincimi anlatamam. Türkoloji okumak o zaman bir hayal bile değilken dedemin Osmanlıca kitaplarını da oradan parça parça evimize taşımıştım. Kitapla nesne olarak ilişkim, nadir eserlere dokunma hevesim belki de ilk o bahçede kuruldu.
Annemin aramızdan ayrılışından bu yana da kumaşlara takıldım. Harika bir terziliği vardı. Çocukluğumda onunla kumaş almaya gitmek unutmadığım heyecanlardandı. Ölümünden bir süre sonra bir rüya gördüm. Annemin nefis gece mavisi çiçek kabartmaları olan brokar bir elbisesi vardı. Bana da mini bir elbise yapmıştı artan kumaştan, beyaz fistolu. Biz ikimiz o elbiselerle… Gerisini hatırlamıyorum. Önemi de yok. Solnit’in pasajı anlamını ondan oldukça kuvvetli bıraktı içime.
Şimdi onun bıraktığı elişleri ve fotoğraflardan yas nesneleri meselesini düşünüyorum. Veda nesneleri yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de nesnelerle aramızdaki ilişkinin bizi nasıl değiştirdiğini, hayatla ilişkimizdeki başkalaşmaları, kendimizi onlar üzerinden yeniden nasıl kurduğumuzu, geride bıraktıklarımızla yeniden nasıl bağlar oluşturduğumuzu anlamaya çalışıyorum.
Dünyanın teni pürüzsüz değil, pütürlü. O pütürlerin bir kısmı nesneler ve topografyamıza dahiller. Galiba onları biriktirirken, korumaya çalışırken, dönüştürürken derdim dünyayla bir tazelenme, bir şifa ilişkisi kurmak. Yani öyle geçmişe takılıp kalan bir melankoli değil, şimdiden geleceğe uzanmanın uçları gibi.”
***
Bu yazıyı daha ince dokumak isterdim. Dağınık çalıştım biraz. Heyecandan.
—–
1. Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Edebiyatı Bölümü. Tez danışmanı Prof. Talât Halman.
2. Raymond Carver, Yazmak Üzerine, Can Yayınları.
3. Haruki Murakami, “Bir kediyi terk etmek: Babamla anılarım”, vesaire org., İngilizceden çeviren Can Koçak.
4. Oğuz Atay, “Babama mektup”, Korkuyu Beklerken.
5. Rebecca Solnit, Kaybolma Kılavuzu, Encore Yayınevi, Çev. Gökçe Gündüç.
6. Nazan Maksudyan, “Rehin Hatıralar”, SabitFikir, 2015.
—–
Kapak Görseli: Peter H. (Pixabay)