Okumalar, değinmeler-2: Ceviz ağacı ve muhacir

İzmir Postası’nın Adamları bir film olsaydı, afişinde devasa bir ceviz ağacı olabilirdi.

İLHAMİ ALGÖR

12.08.2022

Ahmet Büke’nin, İzmir Postası’nın Adamları adlı öykü kitabından aynı adlı öyküyü okudum. Akhisar istasyon binası. Binaya kol atmış, dal atmış yaslanmış büyük ceviz ağacı. İstasyon içinde zaman, mekana, nesnelere takılmış kalmış:
 
“Boyası çatlamış, grisi uçmuş, giriş kapısının hemen üstünde çivilerinden sıkılmış ‘Akhisar Tren Garı’ yazısı. Ya da istasyon şefinin camında geçen bahar açmış ama şimdi kuru gövdesinde toz pamuklarının biriktiği, dibinde bilet tırtıklarının yığıldığı aslanağzı saksısı. İçeride kararmış bekleme oturakları. Oturakların dibindeki aşınmış döşemeler. Duvarda hava akını ikaz renklerini gösteren sivil savunma afişleri. Onların yanında lacivert mürekkeple düşülmüş tarife çizelgeleri. Bilet gişesinin dayanmaktan parlamış pervazı. Pervazın altında ters çevrilmiş çöp tenekesine tünemiş tekirin mırıltılı rüyası. Yolcuların kasaba kokan ayak sesleri. Seslerin vurup durduğu lokomotif armalı, Rus malı kocaman duvar saati. Saatin geriye sarıp duran tik takları.”
 
Hep aynılık sarıyor beni. An genişlemiş, sonsuzluk olmuş. Havada asılı kalmışlığının kendisi bir hikâye. Bu bir.
 
Dışarıda bir bank. İki adam oturuyor. Biri Fethi:
“Mirasyedi derler onun için ama yalandır aslında. Belki de hayatı boyunca çalışmadığı içindir, kim bilir? Eğer çatıdaki büyük odasında yaşadığı, diğer iki katını bekâr öğretmenlere, havacı astsubaylara üç kuruşa kiraladığı eski konağı soruyorsanız, bu varlık adamı eşek kulağı gibi ne uzatır ne de kısaltır. (…) Onca aylaklığına ve konağın aşınan ahşap örtüsüne aldırmadan komşu teyzelerin onu baş göz etme sevdası iyice ayyuka çıktığında imdadına celp kâğıdı yetişiverdi. Güle oynaya askere gitti Fethi. Daralmaktan, bayram çatapatı gibi patlamaktan kurtulmuştu bu el kadar yerde. Ama iyi ki de askere gitmişti. İyi ki de Saros Körfezi’nin en sonuna bakan eski süvari kışlasına teslim olmuştu. Çünkü orada, o saatten sonra ömrünün yarım elması olacak adamla karşılaşmıştı.”
 
Bankta, yanında oturan, “üç kat içine kaçmış gözleri ve yarısı beyaz bıyığıyla” İzmir Postası’nı bekleyen Laz Osman ile arkadaşlığın oluşma, kurulma süreci ayrı bir hikâye. Bu iki.
 
“Tezkereyi aldıkları gün tahta bavullarıyla aynı otobüse bindiler. Doğru Akhisar’a. Eski konağın bir odasına Laz yerleşti. Bodrumda yıllardır toz içinde duran Rum saracın satmaya fırsat bulamadığı fiyakalı koşum takımlarını satıp elden düşme bir dikiş makinesi aldılar.”
 
Rum sarac, “fiyakalı koşum takımlarını” satmaya neden fırsat bulamadı? Bu soruya cevap aramanın kendisi başka bir hikâye. Bu üç.
 
***
 
Sakin, yalın cümleler ile, küçük fırça darbeleri ile kuruyor hikâyesini Ahmet Büke. Zamanı istediği gibi hızlandırıp yavaşlatıyor. An’ları istediği gibi uzatabiliyor. “Bu bir”, “bu iki”, “bu üç” diyerek işaret düştüğüm, peşinden gidilse kendi başına hikâye olabilecek veya ana hikâyenin iç bukleleri olabilecek hacimler işaret ediyor Büke’nin hikâyesi. Ama yan yollara sapmıyor, güzel akıyor patikasında.
 
“Durgun sular gibi akan zamanları, Feriye’nin hayatlarına girmesine kadar pek iyi geçti aslında. Feriye güzel kadındı. Konağın arka bahçe duvarına dayalı tek katlı evde kocasıyla yaşardı. Erik ağaçlarına gerdiği iplere çamaşırlarını asarken başı açık olurdu hep. Dalgalı sarı saçlarını bilek gibi örer, ensesinden koynuna doğru akıtırdı.”
 
İzmir Postası’nın Adamları bir film olsaydı, afişinde devasa bir ceviz ağacı, ağacın yaslandığı istasyon binası, bankta oturan iki adam ve bahçede çamaşır asan, “dalgalı sarı saçlarını bilek gibi ören, ensesinden koynuna doğru” akıtan bir kadın olabilirdi. Ve belki de tren raylarında yatan bir ceset:
 
“Cerci Reşat’ın istasyon önünde beyaza kesmiş ölüsünü bulduklarında iki aylık gebeydi Feriye. Taşlara vurdu başını. Ağlamaktan kirpikleri döküldü. Haftasına da çocuğunu düşürdü. Katili bulunmadı garibin. Düşmanı da yoktu. Daha doğrusu düşmanını kimse bilemedi. Birkaç ay sonra Laz Osman yarı delirmiş Feriye’yi alıp iki parça eşyasıyla konağa getirdiğinde… “
 
Burada susmalıyım. Bundan sonrası hikâyeyi okuyacak olanlara da, Ahmet Büke’ye de saygısızlık olabilir.
 
***
 
Ahmet Büke’nin öyküsü bende sürekli çağrışımlara yol açıyor. Bir metni “sürekli” çağrışımlar ile okumak nasıl bir okumaktır?
 
Mesela, “Boyası çatlamış, grisi uçmuş, giriş kapısının hemen üstünde çivilerinden sıkılmış ‘Akhisar Tren Garı’ yazısı” ile başlayan ilk alıntıyı, önceki P24 yazılarımdan birinde “nesneler” hatırına kullanmış idim. Bu kez zamanın ağırlığı hatırına tekrar ettim. Ağırlığın altında bir istasyon şefi, bir gişe memuru çalışıyor. Şüphesiz birileri daha vardır. Biz gişe memurunu ele alalım. Ona “dayanmaktan parlamış” gişe pervazında birikmiş zamanın ağırlığını verelim… Buradan sonra “kim tutar bizi” şeysine geçiyorum. “Serbest düşüş” diyenler de var.
 
Akhisar tütüncüdür. Tütün işçilerinin arasında muhacirler vardır. Balkan muhacirleri, Dersim’den mecburi iskân ile gelmiş aileler. Mesela Zekiye Hanım, kocası öldürülmüş, çocukları ile memleketin Batı ucunda bir Çerkes köyüne yerleştirilmiş, kapıya çıkmış çocukları eve gelmeleri için çağırıyor.
 
“Biz ördeklerimizi ‘bi bi’ diye çağırırdık, onlar çocuklarını ‘be be’ diye çağırırdı” dermiş bir Çerkes komşu. Çerkes kızları eteklerini değişik bağlarlarmış. Dersim muhaciri/sürgünü (*) küçük bir kız çocuğu, Hatayı Hanım, Çerkes kızlarının eteklerine özenirmiş. Hatayı çok zeki imiş, ilkokulda çok başarılı imiş, öğretmeni “okutun bu kızı” demiş fakat… Bu konu uzar gider.
 
Yazı biraz kısa kaldı. Yağmur yedi boydan çekti. Ağustos ayında ne yağmuru? Amaan…
 
***
 
Not niyetine: İzmir’i asla fethedilemeyen “son kale” olarak yüceltmekle onu “gâvur İzmir” gözüyle görerek diş bilemek arasında uçlaşan tasavvurlara dair bir kitaba değinmek isterim kısmet olursa. (İzmir Duvarı, Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı, İrfan Özet, İletişim Yayınları) Kısmet olmayabilir. Bakalım.
 
***
 
(*) Muhacir ve sürgün. Aynı duruma iki farklı kelime. Fakat kelimelerin anlamları aynı değil. Napcaz şimdi?
 
—–
Kapak Görseli: Pat (Pixabay)