6 Şubat: Tek sorun bilmemeleri mi?

Bilgi doğada kendiliğinden oluşmadığı için değerli. Bilimin öngörüp uyardığı şeyleri sistematik olarak gözardı ediyorsak, artık elimizdeki bu bilginin gerçekte neye yaradığını da konuşmak gerekir

İLKAN AKGÜL

07.02.2025

Bilgi, hiç şüphesiz insanlar olarak doğayı ve kendimizi anlamlandırma çabamızda edindiğimiz en değerli kazanımlardan biri. Ancak bilginin değeri, yalnızca onu edinmekle değil, aynı zamanda hayata geçirebilmekle de ölçülüyor. Günün sonunda bizler doğruyu bildiği halde yanlış yapabilen, hakikate ulaşsak bile onu uygulamakta tereddüt edebilen varlıklarız. Bu, bilginin yalnızca zihinsel bir birikim olmadığına, aynı zamanda etik, irade ve toplumsal bilinçle bütünleşmesi gerektiğine işaret ediyor.

Örneğin, elimizde depremlerin tekerrür periyotları gibi çok basit bir bilgi var. “Depreme dirençli kentler” oluşturmamız gerektiğini de biliyoruz. Bu bilgiler bilimsel verilere, mühendisliğe ve özellikle de tarihsel deneyimlerimize dayanan tartışılmaz gerçekler. Ancak bu gerçekleri bilmek, hatta medyada saatlerce tartışmak dahi depreme dirençli kentler oluşturmak için yeterli olmuyor. Türkiye’de deprem gerçeği herkesin malumu olduğu halde kentler hâlâ depreme dayanıksız bir biçimde inşa ediliyor, riskli yapılar göz ardı ediliyor ve her büyük sarsıntıda on binlerce insan hayatını kaybediyor. Yani doğruyu bilmek, doğru olanı yapmaya yetmiyor. O halde bilgi, sadece akıl yoluyla edinilen bir birikim olmanın ötesinde etik, irade, ahlâk ve bilgelikle de bütünleşmek zorunda.

Bilgi erdemdir ama…

Sokrates, “bilgi erdemdir” diyerek insanın doğruyu bildiği takdirde doğru olanı yapacağını, bilinçli bir şekilde yanlış yapamayacağını savunuyordu. Ancak bu iddia pratikte defalarca çürüdü. İnsanlar sigaranın zararlarını bildikleri halde içmeye devam etti, sağlıksız beslenmenin ölümcül sonuçlarını öğrenmelerine rağmen yaşam tarzlarını değiştirmedi. Deprem ülkesi olduğumuzu bildiğimiz halde sağlam binalar yapmaktan kaçınmamız da aynı sorunun bir parçası. Sokrates maalesef yanıldı. Bilgi hiçbir zaman insanın ahlaki bir eylemde bulunmasını otomatik olarak sağlamıyor. Aksine, bilgi ile eylem arasında derin bir uçurum olabiliyor. Bu uçurumu ise ancak etik, irade ve toplumsal sorumluluk bilinciyle aşmak mümkün.

Antik çağlardan itibaren bilgi, bilgelik ve eylem arasındaki ilişki hep tartışma konusu oldu. Aristoteles bilgiyi üç kategoriye ayırıyor: Episteme (teorik bilgi), techne (pratik bilgi) ve phronesis (bilgelik, yani etik pratik akıl). Episteme, doğrunun ne olduğunu gösterir ancak tek başına insanı eyleme yönlendirmez. Techne, bilginin bir ustalık ve beceriye dönüşmesini sağlar ama insanın ahlaki sorumluluklarını belirlemez. Phronesis ise insanın bilgiyi yaşamla bütünleştirmesini, onu etik bir çerçevede ele almasını gerektirir

Bilgi, doğada kendiliğinden oluşmadığı için değerli. Ancak bilim, yalnızca bilgi üretmekle kalmaz; aynı zamanda bu bilginin olası sonuçlarını öngörür ve uyarılarda bulunur. Eğer bilimin öngörüp uyardığı şeyleri sistematik olarak göz ardı ediyorsak, artık elimizdeki bu bilginin gerçekte neye yaradığını, hatta bilime ihtiyacımız olup olmadığını dahi konuşmak gerekir. Bilgi, uygulanmadığında işlevsiz hale gelir ve bu durumda onun sadece teorik bir gerçeklikten ibaret olduğunu kabul etmek zorunda kalırız.

Türkiye’de deprem konusunda büyük miktarda episteme, yani teorik bilgi var. Fay hatları, sismik risk haritaları ve binaların nasıl dayanıklı hale getirileceğine dair mühendislik bilgisi mevcut. Bilim tam teşekküllü çalışıyor. Techne açısından da inşaat teknikleri olsun, sağlam bina yapımı, kentsel dönüşüm yöntemleri konusunda yeterli donanım ve teknoloji olsun, bunların hepsine sahibiz. Ancak eksik olan phronesis, yani bilginin etik bir sorumlulukla birleştiği bir yaklaşım.

Bilginin eyleme dönüşmesini engelleyen en önemli faktörlerden biri de doğamızın çelişkili yapısı. İnsanı sadece akılcı bir varlık olarak tanımlamak yanlış olur. Duygularımız, alışkanlıklarımız, korkularımız ve konfor alanımıza duyduğumuz sarsılmaz bağlılık, birçok konuda doğruyu bildiğimiz halde harekete geçmemizi zorlaştırıyor. Dolayısıyla insanların “binaları sağlam yapmalıyız” gerçeğini bildikleri halde, “deprem çok sık olmaz” ya da “bana bir şey olmaz” diyerek bu bilgiyi görmezden gelmeleri olağan. Devletler ise, “afet önlemleri alınmalı” şeklinde açıklamalar yaparken ekonomik kaygıları önceleyerek süreci erteliyor. Müteahhitler, bina yönetmeliklerini bilmelerine rağmen daha fazla kâr elde etmek için riskli yapılar inşa etmeye devam ediyor.

Bilge insan eksikliği

Bilgi hiç şüphesiz bir güç. Ancak bu güç yalnızca kullanıldığında anlam kazanabilir. Francis Bacon, “bilgi güçtür” derken onun yalnızca zihinsel bir olgu olmadığını, dünyayı değiştirme kapasitesine sahip olduğunu da vurgular. Ancak Foucault’ya göre bilgi her zaman bir iktidar ilişkisi içinde işler; dolayısıyla bilginin kimler tarafından nasıl kullanıldığı, onun toplumsal etkisini de belirler.

İşte tam da bu noktada Türkiye’de deprem konusunda bilginin genelde eyleme dönüşmemesini, ülkemizin değerli bilim insanı Naci Görür gibi çoğunlukla bireylerin taleplerini sesli bir şekilde dile getir(e)memelerine yükleyemeyiz. Devlet politikaları, ekonomik kaygılar, vahşi rant ilişkileri, toplumsal hafızanın zayıflığı ve bireylerin kısa vadeli düşünme eğilimi, bilginin harekete geçmesini engelleyen temel faktörlerden sadece birkaçı. Bu yüzden sorun sadece bireysel bilinçlenmeyle değil, aynı zamanda siyasi irade, ekonomik reformlar ve Türkiye’de insanların sivil itaatsizlik eylemlerini baz alan toplumsal baskı mekanizmaları ile ele de alınmalı.

Ülke yönetimlerimizde çok uzun yıllardır bilge insan eksikliği var. Buna ihtiyaç duymamızın sebebi, bilginin pratik bilgelikle bütünleşmesinin etik bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor olması. Kant’ın “içimde ahlâk yasası” vurgusu, insanın yalnızca dışsal zorunluluklarla değil, kendi içindeki ahlaki pusulayla da hareket etmesi gerektiğini ifade ediyor. Eğer bir toplum, bilgiye sahip olduğu halde onu hayata geçirmiyorsa, bu yalnızca bireysel irade eksikliğinden değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal yapıların bu bilgiyi işlevsiz hale getirmeye çalışmasından da kaynaklanıyor.

Milyonlarca yıldır deprem ülkesi olan Türkiye’de bilim insanları sürekli olarak riskleri ve çözümleri anlatmasına rağmen her felakette binlerce insanın hayatını kaybetmesi, bilginin eylemsiz kaldığı büyük bir trajedi. Japonya gibi ülkelerde benzer büyük depremlerde can kaybı yaşanmazken Türkiye’de her seferinde büyük yıkımlar olması, bilginin neden tek başına yeterli olmadığını gösteriyor. Bilimsel gerçekler bilinmesine rağmen bunların pratiğe dökülmemesi, bilginin etik sorumlulukla bütünleşmediği bir sistemin sonucu. Bilginin gerçek değeri, onun ne kadar rafine olduğu ya da ne kadar geniş bir alana yayıldığıyla değil, ne kadar dönüştürücü olduğu ile ölçülmeli. Deprem riski taşıyan bir ülkede yaşadığı halde gerekli denetim mekanizmalarını işletmeyen erk, yalnızca bilimsel bilgiyi göz ardı etmekle kalmaz, aynı zamanda etik bir sorumluluktan da kaçınmış olur. Bilgi, ancak bireysel ve toplumsal iradeyle bütünleştiğinde anlam kazanır.

Bugün insanlık olarak bilgi çağında yaşıyor olabiliriz ancak halen bilgelik çağına ulaşabilmiş değiliz. Türkiye gibi ülkelerde de bilgiye ulaşmak sorun değil; sorun, bu bilginin sistematik bir şekilde pratiğe dönüştürülmemesi. Bilginin bilgelikle, iradeyle ve etik sorumlulukla birleşmediği bir dünyada hakikate ulaşmak mümkün olsa da onu yaşamak her zaman mümkün olmuyor. İnsan, bilgiyi bir eylem rehberine dönüştürmedikçe, bildikleriyle yaşamı arasındaki uçurum giderek büyümeye devam edecek.

Etiketler: