Basın tarihi: “Neo-liberal politikalar” klişesi…
Gramsci’nin dediği gibi eskisi ölmüş yenisi ise tam doğmamış. Dünya kaynıyor. Külfet ve nimet adaleti sağlanmadıkça da kaynamaya devam edecek
27.03.2024
Türkiye’de derin çalkantılarla geçen 2007 yılı, dünyada da küreselleşme sürecinin şah damarına yaklaşmakta olan büyük bir krizin sarsıcı işaretlerini veriyordu.
2007’nin Şubat ayında işaretlerini vermeye başlayan konut (mortgage) krizi, Haziran’dan itibaren ivme kazandı.
Ağustos’ta kriz yoğunlaştı.
Fransa ve AB’nin etkin bankalarından BNP Bank Paribas ve AXA, mortgage kredi fonlarını durdurdu.
IKB iflas etti, İngiltere’de “Northern Rock” gibi bankalar mali krize girdi.
ABD’de gayrı menkul krizi reel ekonomiye de yansımaya başladı.
Chrysler ve kısa dönemli kredilere bağımlı gıda işleme sektörü gibi sektörler bu durumdan olumsuz etkilendi.
***
Ama turpun büyüğü heybedeydi ve 2008 yılı dünyayı sarsacaktı.
Türk basını gelenin ve gelmekte olanın yeterince ayrımında görünmüyordu.
Aslında 2008 Krizi ile ilgili haber ve yorumları toparlamak başlı başına iyi bir çalışma olabilir diye düşündüm.
***
Küreselleşme, nimetini ve külfetini eşit dağıtmayıp da krizlerle boğuşmaya başlayınca, “neo-liberal” kavramı da gündeme yerleşti.
Türkiye’de özellikle ulusalcı anlayışın hedefi oldu.
“Bilgi çağının” sermaye ve emeğin konumlarını sarsmış olması, küresel yeni iktisat politikaları girişimlerine yol açması geçmişe tutunmak isteyenleri rahatsız etti.
***
“Bugünün dünya ekonomik düzenine biçim veren neoliberal yaklaşımlar, 1970’lerde ortaya çıkmaya başladı ve 1980’lerden itibaren yaygınlık kazandı.
Sovyet sisteminin dağılmaya başlamasıyla birlikte bu yaklaşım, iktisatçı John Williamson tarafından, 1989 yılında Washington Uzlaşısı (Washington Consensus) adı altında 10 ilke altında toplandı ve bu ilkeler o tarihten sonra neoliberal yaklaşımın 10 emiri haline geldi.
Giderek bağımsızlıklarını yitiren ve ABD Hazine Bakanlığı’nın güdümü altına giren IMF ve Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelerle program kredisi ilişkisi kurduklarında bu çerçeveyi dayattı.”
***
“Washington Uzlaşısının on temel ilkesini şöylece sıralamak mümkün:
(1) GSYH’ye oranla büyük sayılacak mali açıkları önleyecek bir maliye politikası izlenmeli.
(2) Kamu harcamaları, sübvansiyonlardan, ilköğretimin, temel sağlık sisteminin ve altyapı yatırımlarının desteklenmesi gibi büyüme odaklı ve fakirleri koruma amaçlı alanlara kaydırılmalı.
(3) Vergi tabanının yaygınlaştırılmasını ve ılımlı marjinal vergi oranlarını sağlayacak bir vergi reformu yapılmalı.
(4) Faiz oranları piyasada belirlenmeli ve reel faiz çok yüksek olmasa da pozitif bir değer taşımalı.
(5) Döviz kurları rekabetçi olmalı.
(6) Kota gibi niceliksel kısıtlamaların kaldırılmasını öngörecek biçimde ithalat serbestleştirilmeli, ticareti korumaya dönük kararlar düşük ve tekdüze tarifelere dayandırılmalı.
(7) Ülkeye yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımları serbestleştirilmeli.
(8) Kamu iktisadi teşebbüsleri özelleştirilmeli.
(9) Güvenlik, çevre koruma, tüketiciyi koruma ve finansal kuruluşların ihtiyat amacıyla gözetimini hedefleyen kurallar dışında kalan ve piyasaya girişi ve rekabeti engelleyen kurallar kaldırılmalı.
(10) Mülkiyet hakları için yasal güvenlik sağlanmalı.”
***
Mahfi Eğilmez durumun iktisadi analizini şöyle yapıyordu:
“Washington Uzlaşısı adı altında toplanan on ilke, özellikle gelişmekte olan ülke iktisatçıları tarafından ağır biçimde eleştiriliyor.
Oysa bu ilkelerin çoğu son derecede doğru ilkeler. Bu on ilke arasında yalnızca özelleştirme ve sübvansiyonların (özellikle tarıma yönelik olanlarının) kaldırılması gibi öneriler tartışılabilir.
Ötekilerin tartışılır yanı yok.”
***
Piyasanın kurallarının tavizsiz işlemesi, bireyin girişimciliğinin önünün açılması, beyinsel yaratıcılığın önündeki devletin ekonomik gücünün geri çekilmesi, yeni çağa uygun ayarlamalar yapılması hedefleniyordu.
Ancak insanlığın geniş bir kesiminin bu yeni çağa ayak uydurması ve inovasyona açık bir rol oynaması hiç de kolay değildi.
Nitekim uyanlar kanatlandılar, uyamayan büyük kitleler yere çakıldı.
Otoriter rejimlerin, şarlatan siyasetin, faşizan ırkçı söylemlerin önü açıldı.
“Neo-liberal politikalar” klişesi de bu konjonktürde şeytanlaştırıldı.
***
Geçen gün de yazdığım gibi Neo-Liberal politikalar piyasa ekonomisinin kurallarını içeriyor.
Bu politikaları eleştirenlerin piyasa ekonomisi dışında bir alternatif önerisi mi var, önce bunu netleştirmeleri gerekir.
Eğer var ise bu nedir ve nerede nasıl uygulanıyor?
Eğer böyle bir önerileri yok ise o zaman tartışma iktisatla ilgili değil demektir.
Zaten anlamsız olan da ekonomi bilimini siyasal bir itiş kakışa malzeme etme gayretkeşliği ve garipliği.
Bilim dışı hamasetle uğraşmak yerine bilgi çağının ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik arızaların tedavisi, sosyal politikalarda ve siyasal yaklaşımlarda yapılacak düzeltmelerde aranmalı.
***
Sanayi Sonrası Dönem, oturacağı temeli inşa etmeden paldır küldür geliverdi.
Düşünün ki “dünya, Milattan (0 yılından) 2004 yılına kadar, yani 2004 yılda toplam 43 trilyon dolar GSYH yaratmış.
2019 yılının GSYH’si ise 86 trilyon dolar.
Bir başka deyişle dünya 2004 yılda yarattığı GSYH büyüklüğünü son 15 yılda ikiye katlamış.”
***
Teknolojinin göz kamaştıran gelişimi, toplumsal yapının ağır aksak yol almasının çok önünde koştu.
Bilim ve teknoloji olarak çok ileri, toplumsal olarak ise bu gelişmelere oranla gerilerde kalmış bir insanlık resmi çıktı.
Ve bunun çilesi, huzursuzluğu….
Siyasetin yetersizliği de bu resmi koyulaştırdı.
Küreselleşmenin nimetlerini ve külfetlerini eşit paylaşmayan bir çağ yaşamaya başladık.
***
Sanayi Devrimi dönemindeki yürek burkan acılar, çerçevesi daha modernleşmiş, karanlığı daha azalmış bir dönemde yeniden yaşanıyor.
Bilgi çağı, yerleşmiş kurumlarıyla, nimet-külfet dengesiyle koşmaya başladığında sanayi devriminden çok daha ileride kazanımlar getirecek.
Ancak o zamana kadar insanlar yanmasın…
***
Gramsci’nin dediği gibi eskisi ölmüş yenisi ise tam doğmamış.
Dünya kaynıyor.
Külfet ve nimet adaleti sağlanmadıkça da kaynamaya devam edecek.
***
Dünya yeni bir çağın bütün altüst oluşunu, acıyla, kanla, diktatörlerle, savaşlarla yaşıyor.
Bizim basın ise yaşananların analizini yapmadığı gibi yaşanan gerçeklerin çoğunu yansıtmıyor bile.
Hem acı çekiyoruz hem de niye acı çektiğimizi bilmiyoruz.