Rabia, Leyla, Nûpelda, Ayaz, Narin. (soldan sırayla)

Ahhh… Çocuklar…

Dostoyevski’nin ünlü eseri Karamazov Kardeşler’de İvan Karamazov, Alyoşa’ya sorar: “Söyle bana Alyoşa; yaratıcı sen olsaydın ve dünyanın yaratılışı bir küçük çocuğun acısını gerektirseydi, dünyayı yaratır mıydın?”

CAFER SOLGUN

06.09.2024

Hani anayasanın ilk dört maddesi için yerli yersiz siyasiler, “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diyorlar ya, değiştirilse yer yerinden oynayacak, dünya başımıza yıkılacakmış gibi. Biliyoruz ki ne yer yerinden oynar ne de dünya başımıza yıkılır, kıyamet kopar… 

Ama öyle olaylar duyuyoruz, görüyoruz, tanık oluyor ve yaşıyoruz ki, kıyamet kopsa yeridir.

Rabia Naz nasıl öldü?

12 Nisan 2018 günü akşama doğru saatlerinde 11 yaşındaki Rabia Naz, Giresun’un Eynesil ilçesindeki evlerinin önünde can çekişir halde bulundu. Can çekişiyordu, konuşamıyordu ve kendisine ne olduğunu anlatamadı. Hastaneye kaldırıldı. Ertesi günü akşam saatlerinde son enerjisi ve nefesiyle babasının elini sımsıkı tuttu ve öylece can verdi… 

“İntihar” dediler ama baba Şaban Vatan’a göre kızı otomobil çarpması sonucu yaralanmış ve failller onu evlerinin önüne bırakarak kaçmışlardı. Şaban Vatan’ın suçladığı kişi AKP’li Eynesil belediye başkanının yeğeniydi. Ama “olay” kayıtlara “damdan düştü” diye geçti ve hakkında dava açılan tek kişi, Rabia Naz için adalet mücadelesi veren baba Şaban Vatan oldu…

Leyla’yı öldüren caniler kim?

Ağrı’da dört yaşındaki minik Leyla, ailesiyle birlikte Ramazan Bayramı vesilesiyle gittikleri dedesinin köyünde (Bezirhane) 15 Haziran 2018 günü “kayıp” oldu. Cansız bedeni 18 gün sonra bulundu…

Kayıtlara giren “bilirkişi” raporunda, miniğin cesedinde herhangi bir darp, cinsel istismar izine rastlanmadığı söylendi; ama 2021 yılında açığa çıkan adli tıp raporunda cinsel istismara uğradığını düşündüren bulgular vardı! İçlerinde “baba”, “amca” sıfatı taşıyan bazı kişilerin de bulunduğu yedi kişi tutuklanarak haklarında dava açıldı. Sonra da hepsi salıverildi. 

Nûpelda ile Ayaz…

15 Temmuz 2019 günü, Dersim’in Ovacık (Pulûr) ilçesine bağlı, 1994 yılında boşaltılan Bilgeç köyünün Çakılyayla mezrasında, 4 yaşındaki Nûpelda ile 8 yaşındaki Ayaz menşei belirsiz bir bombanın patlaması nedeniyle hayatlarını kaybettiler. 

Bombanın “mayın” mı, EYP (el yapımı patlayıcı) mi, “serbest” denilen ortalığa bırakılmış bir el bombası ya da havan mermisi mi olduğu, o gün bugündür tespit edilemedi. Sorumlular “meçhul” kaldı. Miniklerin anne ve babası için hayat, o gün bugündür yürek parçalayan bir ağıt…

Narin Güran

Ailesiyle birlikte Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe Mahallesi’nde yaşayan 8 yaşındaki Narin Güran, 21 Ağustos günü ailesinin aktardığına göre, öğlen yemeğini evinde yedi ve Kuran kursuna gitti. Sonrası yok…

Ailesi aynı gün akşam saatlerinde arayıp bulamadıkları Narin’in “kayıp” olduğunu güvenlik güçlerine bildirdi. Hemen arama çalışmalarına başlandı.  Ancak olayın üzerinden iki haftayı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın, şu satırları yazdığım saatlere değin, Narin’den hala ve hiçbir haber yok…

Soruşturma kapsamında Narin’in amcası ve aynı zamanda mahalle muhtarı Salim Güran, geçen hafta gözaltına alındı ve yoğun güvenlik önlemleriyle getirildiği Diyarbakır Adliyesinde tutuklanarak cezaevine konuldu. İddia, ciddiydi (“kasten öldürme ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma”) ve “olayın” aydınlatılmış olduğunu düşündürüyordu. Ne var ki Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, tutuklama kararının “tedbiren” alındığını açıkladı. Bunun dışında yetkililerden başka bir açıklama gelmedi. 

O gün bugündür, “Olacak şey değil!” diye sayıklıyorum. Gecenin bir vakti telefondan son dakika gelişmelerine bakıyorum; bir “mucize” olsun, Narin çıkagelsin…

*** 

Dostoyevski’nin ünlü eseri Karamazov Kardeşler’de İvan Karamazov, Alyoşa’ya sorar: “Söyle bana Alyoşa; yaratıcı sen olsaydın ve dünyanın yaratılışı bir küçük çocuğun acısını gerektirseydi, dünyayı yaratır mıydın?”

Gözaltında işkence, tecavüz…

Geçtiğimiz 1 Eylül günü KHK TV’de Avukat Hatice Yıldız ile yapılan bir söyleşi yayınlandı. Yıldız’ın işkence ve insan haklarıyla ilgili değerlendirmeleri içerisinde özellikle bir konu oldukça dikkat çekici ve düşündürücüydü: Finlandiya Göçmenlik Bürosunun 14 Ağustos’ta yayınladığı bir raporda, Fethullah hareketine yönelik yürütülen soruşturmalarda 12 kadının gözaltında tecavüze uğradığı belirtiliyordu. (Söz konusu raporun Türkçe çevirisi burada) 

75 sayfalık raporda, “Gülen hareketi üyesi ve destekçisi olduğu iddia edilen kişilerin” gözaltı, yargılama ve hapishane süreçlerinde maruz kaldıkları hak ihlallerine ilişkin tespit, değerlendirme ve iddialar var. 12 kadının gözaltında tecavüze uğradığı iddiası bu tespit, değerlendirme ve iddialardan sadece birisi ama herhalde en irkiltici, ürpertici olanı…

Öncesi de var ama işkence, en alçakça biçim ve yöntemleriyle yakın tarihimizde, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda, protokol sırasına göre en tepesi de dahil olmak üzere yetkililerin alçakça, rezilce inkar etmelerine karşın bir devlet politikasıydı. “Muhalif”, daha yerinde bir deyişle “düşman” görülen kesimlere karşı hem bir sorgu, soruşturma ve hem de bir bastırma, sindirme, yıldırma politikasıydı. 

Açık konuşalım: Devletin bu insanlık dışı politikasına doğrudan maruz kalmayan toplumun “diğer” kesimleri için işkence de, faili meçhul de gayet “normal” idi. Çünkü devletin tabii ki bir “bildiği” vardı ve işkence ettikleri, öldürdükleri, ya “bölücü” ya da “yıkıcı” teröristler idi! 

Geçen yıl yayınlanan İşkenceci/Burada Allah yok! isimli romanıma yazdığım önsözde bu konuya  değinmiş ve şöyle demiştim: “…Belki ağırımıza gidecektir ama bir ülkede işkence varsa bunun sorumlusu ve suçlusu sadece işkenceciler değil, dolaylı ve doğrudan işkence suçuna ortaklık eden, göz yuman, görmezden duymazdan gelen ve hatta ‘oh olsun!’ diye düşünen herkestir… Bu suçun sorumluluğundan arınmak zorundayız. Yoksa tabii ki yaşamaya devam ederiz ama birbirimizin gözlerinin içine bakamadan ve hasta, sakatlanmış bir toplum olmanın utancıyla…” (CS. İşkenceci/Burada Allah Yok, Önsöz. SRC Kitap, İst. 2023)

Muhtemelen bugün “FETÖcü” olmakla suçlanan insanların çoğu, belki de tamamı bu kafadaydı. Toplumun “diğer” ve galiba çoğunluğunu oluşturanlar şimdi de onların maruz kaldığı işkence ve hak ihlallerini, “onlara az bile” diyerek “normal” karşılıyor.

Meselemiz tam da bu riyakarlıkla yüzleşmektir. Kime karşı olduğuna bakmaksızın, haksızlığa haksızlık olduğu için karşı çıkmaktır. 

Gözaltında işkence, tecavüz bir “iddia” olarak gündeme gelse bile savcılar, adliyeler harekete geçmeliydi. İlgili bakanlıklar, Saray ve hükümet sözcüleri açıklamalar yapmalıydı. Muhalefet partileri iddiaları açıklığa kavuşturmak üzere ayağa kalkmalı, iddiaların takipçisi olacaklarını deklare etmeliydi. İnsan hakları örgütleri, STK’lar iddia sahipleriyle, mağdurlarla temas kurmalıydı… Ne var ki, “Neme lazım. Onlar da Fethullahçıymış zaten” riyakarlığına sığınmak varken kimse kendini yorma gereği duymuyor…

İmam Ali’nin bu sözü de mağdurlara gelsin: “Haksızlığa karşı çıkmazsanız, hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.”

Bu konuya girdim madem, haftaya da devam edeceğim. Çünkü söyleyeceklerim bitmedi.