“Davalar eleştirel sesleri bastırmak için kullanılıyor”
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’e göre Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal etti
19.10.2017
Gazetecilerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) davalarına müdahil olan Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks, Türkiye'den on gazetecinin tutukluluk durumlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında hak ihlali oluşturduğu yönündeki bireysel başvurularına ilişkin görüşünü Strasbourg'daki mahkemeye sundu. Muiznieks'in AİHM'e ilettiği yazılı görüşün Türkçe tam metin çevirisini sunuyoruz:
Strasbourg, 10 Ekim 2017
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 36. Madde 3. Paragraf çerçevesinde:
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri üçüncü taraf sıfatıyla davaya katılım
Başvurular
Ahmet Hüsrev Altan – Türkiye (no. 13252/17)
Alpay – Türkiye (no. 16538/17)
Atilla Taş – Türkiye (no. 72/17)
Bulaç – Türkiye (no. 25939/17)
Ilıcak – Türkiye (no. 1210/17)
Mehmet Hasan Altan – Türkiye (no. 13237/17)
Murat Aksoy – Türkiye (no. 80/17)
Sabuncu ve Diğerleri- Türkiye (no. 23199/17)
Şık – Türkiye (no. 36493/17)
Yücel – Türkiye (no. 27684/17)
Giriş
1. 29 Ağustos 2017 tarihinde Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri (buradan sonra ‘Komiser’ olarak anılacaktır) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (buradan sonra ‘Mahkeme’ olarak anılacaktır), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (buradan sonra ‘Sözleşme’) 36. Maddesi’nin 3. Paragrafı çerçevesinde Mahkeme’nin davalarına üçüncü taraf olarak müdahil olma kararını ve Türkiye ile ilgili, gazetecilerin ifade özgürlüğü ve özgürlük haklarını ilgilendiren on başvuruda yazılı gözlem paylaşmak istediğini bildirmiştir.
2. Komiserin insan haklarının etkin bir şekilde uygulanmasını desteklemek, Avrupa Konseyi insan hakları araçlarının uygulanmasında üye devletlere yardımcı olmak; insan haklarıyla ilgili yasa ve uygulamalarda olası eksiklikleri tespit etmek ve insan haklarının korunması ve insan hakları ihlallerinin önlenmesiyle ilgili tavsiye ve bilinçlendirmede bulunmak görevi vardır.
3. İfade özgürlüğü ve basın özgürlüğü Komiser için öncelikli konular olup, komiser bu konuyla ilgili ortaya çıkan en öncelikli endişelere hem ülke bazında hem tematik olarak değinmiştir. Türkiye ile ilgili olarak, Komiser ve selefi Sözleşme’nin 10. Maddesinde koyulan standartların gerisine düşen yasal mevzuat ve yorumlanmadan kaynaklanan ve inatla tekrarlanan ifade özgürlüğü ihlalleriyle ilgili adım atmak için kapsamlı çalışmalar yürütmüştür.
4. Komiser ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamaların 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından yürürlüğe giren olağanüstü hâl altında daha da yoğunlaştığını gözlemlemiştir. Gazeteciler ve diğer medya çalışanlarının, çoğunlukla terör suçlamalarıyla yargılanması ve tutuklanması yalnızca Komiser için değil; aralarında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi,[1] Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu[2] (buradan sonra Venedik Komisyonu) ve Avrupa Parlamentosu’nun[3] da bulunduğu birçok uluslararası kurum için ciddi endişe sebebi olmuştur.
5. Bu sunum, Komiser’in 6 ve 14 Nisan 2016 (İstanbul, Ankara ve Diyarbakır) ile 27-29 Eylül 2016 (Ankara) tarihleri arasında Türkiye’ye gerçekleştirdiği iki ziyaret ve bu ziyaretler sonrası hazırladığı İfade Özgürlüğü ve Basın Özgürlüğü Memorandumu[4] ile ülkenin sürekli olarak devam eden takibini temel almaktadır. Bu ziyaretler sırasında Komiser birçok devlet yetkilisiyle, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşunun temsilcileri, gazeteciler, basın temsilcileri, akademisyen ve hukukçularla görüşmüştür. Maalesef, genel resim yalnızca gazetecilerin değil aynı zamanda insan hakları savunucularının, akademisyenlerin, milletvekillerinin ve sosyal medya kullanıcılarının ifade özgürlüğü; özgürlük ve güvenlik hakkına yönelik çok ciddi müdahaleler olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle gazeteciler asılsız soruşturma ve yargılamalarla geniş bir şekilde hedef hâline getirilmiş ve bunların hepsi meşru ve vazgeçilmez önemdeki işleri için gerekli olan iklimde caydırıcı etki oluşturmuştur.
6. İşlevsel bir demokraside gazetecilerin oynadığı merkezî rolle ilgili olarak, bu yazılı sunumun birinci bölümü Türkiye’de yürürlükteki yasal çerçeve ve mevcut yargı uygulamalarının gazetecilerin ifade özgürlüğü üzerindeki etkisi hakkında Komiser’in gözlemlerini ortaya koymaktadır. II. Bölüm yargılama olmaksızın tutukluluk uygulamasının gazetecilere karşı kullanılmasına dair sorunlar ve ilgili yasal tedbirlerdeki yetersizliklerle ilgilidir.
Son olarak, III. Bölüm farklı seslerin sistematik olarak adlî eylem aracılığıyla hedefe konmasını ele almakta ve önceki iki bölümün ortaya koyduğu resimdeki yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda endişeleri ortaya koymaktadır. Bu bölümleri, Komiser’in çıkardığı sonuçlar izlemektedir.
- İfade özgürlüğü üzerine gözlemler
7. Komiser ve kendisinin selefi Türkiye’de yaygın ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü ihlallerinin altını çizmiş olup, bu durum aynı zamanda da Türkiye’nin Sözleşmenin 10. Maddesiyle ilgili olarak Mahkeme tarafından verilmiş en yüksek sayıda kararın konusu olduğu gerçeğiyle ortaya konmaktadır.
8. 2011 ifade özgürlüğü raporunda, Komiser’in selefi, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’nun, aralarında bu sunumun konusu olan davalardaki başvurucuların çoğunun da yargılandığı bazı hükümlerinin, ifade özgürlüğü üzerinde ciddi derecede olumsuz bir etkisi olduğunu belirtmiştir.
9. Komiser’in Nisan ve Eylül 2016’daki ziyaretleri yalnızca selefinin endişelerini haklı çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda tespit edilen sorunların daha belirgin ve yaygın olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda, Komiser, Memorandum notunda, hükümetin Türk mevzuatını Sözleşme’ye uyumlu hâle getirmeye yönelik kısıtlı girişimlerine rağmen, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanununda yer alan sorunlu hükümlerin çoğunun ayın kaldığını ya da altta yatan problemlere eğilmeyen yüzeysel değişikliklere uğradığını gözlemlemiştir. Komiserin endişeleri bu hükümlerin bazılarından tehlikeli bir şekilde muğlak olarak bahseden Venedik Komisyonu’nca da ifade edilmişti. [5]
10. Komiser için aynı derecede ciddi endişe kaynağı ise bu hükümlerin Türk savcı ve mahkemelerince gazetecilere yönelik olarak, Sözleşme’nin 10. Maddesince korunan eylemleri cezalandıracak şekilde ve Mahkeme’nin oturmuş olan “devlet kurumlarının hâkim pozisyondaki durumu, yetkililerin ifade özgürlüğü ile ilgili konularda cezai kovuşturmaya başvurma konusunda kendilerini kısıtlamalarını gerektirir” ilkesinin aksine çok geniş olarak uygulanmasıdır[6].
11. Komiser, gazetecilere yönelik olarak başlatılan soruşturma ve ceza davalarının büyük bir kısmının yasa dışı bir örgüt adına suç işlemek veya bu türden bir örgüte yardım etmek, propagandasını yapmak, Türk ulusunu, veya devlet organlarını ve kurumlarını aşağılama veya Cumhurbaşkanı ya da diğer yetkililerine hakaret suçlamaları oluşturduğunu gözlemlemiştir. Daha belirgin olarak olağanüstü hâl ilanı sonrasında çok sayıda gazeteci farklı terörist grupların üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanmış ve cezai kovuşturmaya uğramış; bu da hemen hemen yetkililerin bir terör örgütünün hedefleriyle denk düştüğüne inandığı ifadeler temel alınarak gerçekleşmiştir.
12. Terörizmle savaşın getirdiği zorlukları küçük görmemekle birlikte, Komiser böyle bir savaşın tek başına ulusal otoritelerin Sözleşme’nin 10. Maddesinden doğan yükümlülüklerden kurtulması için yeterli olmadığı görüşündedir. Bu bağlamda komiser Mahkeme’nin “ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü ve kamu güvenliği adına ifade özgürlüğü meşru bir şekilde kısıtlanabilecek olsa da, bu kısıtlamaların gene de ilgili ve yeterli nedenlerle açıklanabilmesi ve acil bir ihtiyaca orantılı bir şekilde cevap veriyor olması gerekir”[7] bulgusunu tekrarlamaktadır. Benzer şekilde, Komiser, Venedik Komisyonu’nun “üyelik” kavramının oldukça dar bir şekilde yorumlanması ve kendilerine yöneltilen tek suçlamanın yalnızca yayınlarının içeriği[8] olduğu gazetecilere uygulanmaması gerektiği yönündeki görüşünü de paylaşmaktadır.
13. Ancak Komiser, Türk yargısının uygulamalarının da 10. Maddenin gerektirdiğinden ciddi bir şekilde geride olduğunu; bunun yasal mevzuatta var olan sorunları ağırlaştırdığını; savcıların ceza davası başvurularında kendilerini kısıtlamadığı ve yerel mahkemelerin kararlarında gazetecilerin demokratik bir toplumun bekçileri olan araçsal rolünü ve ortaya sürülen argümanların gerçek olup olmadığını bütünüyle değerlendirmedikleri ve eğer böyleyse, kamunun söz konusu bilgide meşru bir yarar sahip olup olmadığını göz ardı ettiklerini belirtir[9].
14. Komiser gazetecilere yönelik ceza davalarının çoğunluğunun temelsiz suçlamalar ve tümüyle gazetecilik faaliyetleri dışında hiçbir maddi delil olmaksızın başlatıldığını gözlemlemektedir. Bunu bir örnek olarak, Memorandum raporunda sulh ceza hâkimlerinin, aralarında bazı başvurucuların da olduğu Cumhuriyet gazeteci ve yöneticileri hakkındaki kararıyla ilgili olarak endişelerini belirtmişti. Bu gazeteciler, TCK 220-6 altında “üye olmamakla birlikte terör örgütüne yardım etmek”le suçlanmış; onlara karşı gösterilen tek kanıt ise Cumhuriyet gazetesinde basılan ve yerel mahkeme tarafından FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) ve PKK (Kürdistan İşçi Partisi) silahlı terör örgütlerinin propaganda aracı olarak görülen yazıları olmuştur. Komiser, mahkemenin değerlendirmesinde ifade özgürlüğünün dikkate alınmaması; birbiriyle tutarlı bir şekilde çelişen FETÖ ve PKK örgütlerinin her ikisi için de propaganda yapılıyor olması suçlamasının aşikâr olarak olanaksız doğası; aynı zamanda şüpheliler ve bu örgütler arasında yukarıda adı geçen ve kamu yararını ilgilendiren konularda yazılmış eleştirel gazete yazıları dışında herhangi bir bağ kurulmasını sağlayacak maddi kanıt olmaması nedeniyle şaşkınlığa uğradı.
15. Benzer şekilde, gene aynı gazetede çalışan bir gazeteci olan ve söz konusu davalar grubundaki başvuruculardan biri olan Ahmet Şık’a yönelik tutuklama emri kendisinin PKK, DHKPC ve FETÖ adına propaganda yaptığını belirtmekteydi. Komiser, Şık’a yöneltilen bu suçlamaların, özellikle Komiser’in selefinin 2011 yılında gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında Şık’ın daha sonradan Gülenci savcılar tarafından Fethullah Gülen hareketinin Türk Devleti’ne sızmasını belgelemesine karşı intikam olarak başlatılmış olan ve asılsız olduğu ortaya çıkan suçlamalar nedeniyle tutuklu olarak yargılandığı hatırlanırsa, inandırıcılıktan ciddi bir şekilde yoksun olduğu görüşündedir.
16. Memorandum raporunda Komiser’in incelediği bir diğer karar ise terör örgütü üyeliği ve TCK 312 kapsamında Türkiye Cumhuriyeti’ni devirme girişiminde bulunmak suçlamalarıyla tutuklanan Ahmet Altan’la ilgiliydi. Bir kez daha, hâkimin değerlendirdiği kanıt Ahmet Altan’ın daha önce genel yayın yönetmenliğini yaptığı Taraf Gazetesi’nin yayın politikasının yanı sıra darbe girişiminden bir gece önce bir TV programında yaptığı ve “askerî darbeye zemin hazırlamak” olarak görülen açıklamalarıyla sınırlıydı.
17. Daha genel bir anlamda, Komiser, gazetecilerin özgürlükten yoksun bırakılmasıyla ilgili önlemlerin yalnızca haksız ve orantısız olmakla kalmayıp, aynı zamanda devlet organlarının davranış ve eylemleri hakkında araştırma yürütmeyi veya yorum yapmayı planlayan veya herhangi bir araştırmacı gazeteci için de otosansür üreten bir iklim yaratılmasına katkıda bulunduğunu not etmektedir.
II. Özgürlükten yoksun bırakılma üzerine gözlemler
18. Komiserin ve selefinin daha önce birçok defa belirttiği gibi yargılama olmaksızın tutukluluğun aşırı kullanımı ve mahkemelerin bu tür önlemlere ilgili ve yeterli gerekçe olmadan başvurması Türkiye’de ifade özgürlüğü alanında ciddi negatif sonuçları olan ve uzun zamandır süregelen bir problem olmuştur. Memorandum yazısında, Komiser, Türkiye’de tutuklu gazeteci sayısının alarm verici sayılara ulaştığını gözlemlemiştir. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) ve DİSK rakamlarına göre olağanüstü hâl süresince 210 gazeteci tutuklandı[10]. Bu sayının gözaltına alınıp, sorgulandıktan sonra adlî kontrol hükümleri altında bırakılan yüksek sayıda gazeteciyi kapsamadığı da belirtilmelidir.
19. Bunlara ek olarak, Komiser’in Memorandum raporu yazıldığı sırada, Avrupa Konseyi tarafından yönetilen Gazeteciliğin Korunması ve Gazeteci Güvenliği Platformu, 20 Ocak 2017 tarihine kadar platforma gelen 250 alarm bildiriminden 86’sının Türkiye’den geldiğini belirtmiştir. Bu sunum hazırlandığı sırada 324 aktif acil bildirimden 77’si Türkiye ile ilgiliydi[11].
20. Ceza davalarında yüksek tutukluluk oranlarına dair altta yatan sebeplerden biri, yargının genellikle tutuklamanın, yalnızca diğer seçeneklerin yetersiz olduğu durumlarda ve her zaman masumiyet karinesi ilkesiyle uygun olarak en son başvurulacak bir yöntem olarak istisnaî doğasını görmezden gelme uygulamasıdır. Komiser, yargılama öncesi tutukluluk için yasal temel aynı kaldığı hâlde, gazeteci ve insan hakları savunucularına yönelik kısıtlayıcı önlemler uygulanmasının olağanüstü hâlde dramatik bir artış gösterdiğini kaydeder. Komiser, bu davaların çoğunda gazetecilerin asılsız suçlamalar temelinde suç oluştuğuna dair oldukça yetersiz ya da hiç olmayan prima facie delillerle tutuklandığını bir kez daha not eder.
21. Komiser aynı zamanda olağanüstü hâl sırasında getirilen önlemlerin keyfî tutuklamaya karşı var olan prosedürel birçok güvenceyi daha da kısıtladığını belirtir. Bu önlemler arasında mahkeme kararı olmaksızın gözaltı süresinin 30 güne çıkarılması, (beş güne kadar tümüyle avukat erişimi kısıtlanması olasılığı da dahil olmak üzere) yasal savunucuya erişime getirilen kısıtlamanın yanı sıra müvekkil-avukat ilişkisindeki gizliliğe getirilen kısıtlamalar ya da bu gizliliğin tümüyle ortadan kaldırılması gibi uygulamalar olup bunların hepsi şüphelilerin tutukluluklarına etkin bir şekilde itiraz etme kapasitesini etkileme yönünde güçlü bir potansiyele sahiptir. Bu önlemler, olağanüstü hâl ilanını takip eden altı ay boyunca yürürlükte kaldı; gazetecilere karşı başlatılan cezai kovuşturmaların büyük bir çoğunluğu bu dönemde açılmıştı. Bu kısıtlamaların bazıları Ocak 2017’de yayınlanana bir kanun hükmünde kararname ile hafifletilerek, mahkeme kararı olmaksızın gözaltında tutulma süresini en çok 14 güne, terör suçlarında avukat görüş süresini ise 24 saate düşürdü. Ancak müvekkil-avukat gizliliğine getirilen kısıtlama da dahil olmak üzere diğer kısıtlamalar devam etmektedir.
22. Bunlara ek olarak, ceza hukuku sistemindeki yetersizlikler, ön kovuşturma ve savcılarca delilerin toplanması aşamaları devam ederken gazetecilerin uzun süre tutuklu kalmasına neden olmuştur.
23. Tutuklama gerekçeleri özelinde, Komiser, şüphelinin suç eylemini gerçekleştirdiğine dair makûl şüphenin varlığının yargılama öncesi tutukluluk kararı için olmazsa olmaz bir gerekçe olmakla birlikte, tutukluluğun devamını haklı göstermek için yeterli olmadığını hatırlatır. Mahkeme’nin oturmuş içtihatına göre, “bir kişinin bir suç işlediğine dair makûl şüphe varsa bile özgürlükten yoksun bırakma kararını haklı göstermek için yerel mahkemelerin diğer “ilgili” ve “yeterli” gerekçeleri gösterme zorunluluğu vardır.”[12] Buna uygun olarak, ulusal yargı makamlarının tutukluluğu haklı gösterecek gerçek bir gerekçenin olup olmadığı yönündeki tüm maddi gerekçeleri ve şahsın kişisel koşullarını incelemesi gerekir.[13]
24. Ancak makûl şüpheyle ilgili olarak, Komiser davaların çoğunda gazetecilerin, bir terör örgütüyle ilişkilerini doğrulayan hiçbir kanıt olmadan terörle ilişkili eylemlerle suçlandığını üzüntüyle belirtir. Yukarıda anlatıldığı gibi, Komiser’in Memorandum raporunda incelenen tutuklama kararları bu uygulamayı açıkça göstermektedir. Komiser, gazetecilere yöneltilen suçlamaların ağırlığı karşısında maddî delil olmayışı sebebiyle şaşkınlığa uğramış ve sanıklar hakkında çıkan gözaltı kararının tek gerekçesinin Sözleşme’nin 10. Maddesince korunan ifade alanına giren ve terör örgütüyle bağ kanıtı olarak görülemeyecek olan gazetecilik faaliyetleri ve/veya kamuoyu önünde yapılan açıklamalar olduğunu gözlemlemiştir.
25. İlgili ve yeterli gerekçelere dair endişeler konusunda ise Komiser, sulh ceza hâkimleri tarafından verilen tutuklama kararlarının sıklıkla mantık içermeyen, yalnızca kanundaki ifadelere gönderme yapan ve olabilecek gerekçelere dair hiçbir inceleme içermeyen basmakalıp ve soyut formüller şeklinde olduğunu belirtir. Cumhuriyet gazetecileri ve Ahmet Altan’ın tutuklama emirleri bu anlamda özellikle dikkate değerdir, çünkü başvurucuların muğlak bir gerekçe olan “üzerine atılı suç vasfı, mevcut delil durumu ve dosya içeriği” temelinde yargılamaları başlamadan neredeyse bir sene cezaevinde tutulmuştur. Komiser, endişelerinin Mahkemenin, Sözleşme’nin 5. Maddesinin ihlali olduğunu söylediği bazı kararlar tarafından desteklendiğini belirtir. Öne çıkan örnekler olarak Şık – Türkiye[14] ve Nedim Şener – Türkiye[15] davalarında, Mahkeme, detaylı gerekçe sağlanmasının ikisi de araştırmacı gazeteci olan başvurucuların yargılama öncesi tutukluğunun devamını gerekçelendirebilecek belirli bir kanıt olmadığı anlamına geldiği sonucuna varmıştı. Mahkeme’ye göre, genel gerekçeleri sayan basmakalıp bir liste bu eksikliği gidermek için yeterli olmamaktaydı. Komiser, Mahkeme’nin Ahmet Şık’la ilgili verdiği önceki karara rağmen, Şık’ın düzeltilmemiş olduğu görülen bir yargı uygulaması sonucu olarak tekrar tutuklu bulunmasının özellikle talihsiz olduğunu düşünmektedir.
26. Son olarak, hem Komiser hem de selefi, tutuklama kararının –örneğin firar olasılığı veya davanın seyrini etkileme gibi diğer koşulları değerlendirme gereği olmadan– sadece kişiye yönelik güçlü şüphenin varlığı temelinde verilebildiği Ceza Kanunu’nda devletin güvenliğine ve anayasal düzene karşı işlenen suçları da kapsayan ve “katalog suçlar” adı verilen kategorinin sorunlu olduğunun altını çizmişlerdir. Komiser, bu yasal karinenin uygulamada katalog suçlar için hemen hemen otomatik olarak tutukluluk kararı çıkmasına yol açtığı ve Türk yargısının basmakalıp gerekçeler temelinde yargılama öncesi tutukluluk kararının fazla kullanılmasına katkıda bulunmaktadır.
Tutukluluk devamına itirazların incelenmesiyle ilgili hususlar
27. Komiser, Memorandum raporunda sulh ceza hâkimlik sisteminde bir sulh hâkiminin kararına itirazın sadece başka bir sulh ceza hâkimine yapılmasına izin veren temyiz mekanizması gibi yerleşik problemlerin altını çizmişti.
28. Adalet Bakanlığı’nın 2016 Haziran’da Komiser’e sunduğu rakamlara göre, 2015 yılında tutukluluk kararına yapılan itirazların %21.5’i başarılı sonuçlanmıştır, ancak bu rakam savcıların yaptığı itirazları da içeriyor gibi görünmektedir. Venedik Komisyonu’nun bu yargısal yapı üzerinde görüşünü bildirdiği raporda[16] da eleştirilen bu yatay temyiz sistemi, sulh hâkimlerinin Anayasa Mahkemesi de dahil olmak üzere Türk mahkemelerinin 10. Madde standartlarına daha uygun içtihatlarını görmezden gelmelerine veya bunlara direnmeleri sonucunu doğuruyor.
29. Buna ek olarak, 667 No’lu KHK ile tutuklamanın gözden geçirilmesi için her dosya ayrı değerlendirilmektedir; bu da şüphelileri hâkim kararı olmadan serbest kalma şansından mahrum bırakmaktadır. Bu yüzden de başvurucular uzun süre hâkim karşısına çıkamamıştır. Komiser, bu uygulamanın Mahkeme tarafından 4. ve 5 Maddelerin gerektirdiği gibi devam eden tutukluluğun
hukukîliğine itiraz edebilme hakkının ihlali kabul edildiğini belirtir[17].
30. Tutukluluğun gözden geçirilmesi dosyaya getirilen kısıtlamalarla olumsuz etkilenmiştir. Bununla bağlantılı olarak tutuklu şüphelilere tutuklu bulunmalarının maddî nedenleri ve kendilerine karşı kullanılabilecek kanıt hakkında bilgi sağlanmamış, bu da etkili bir şekilde devam eden tutukluluklarına itiraz kapasitelerini kısıtlamıştır. Başvurucuların davalarına benzeyen davalarda Mahkeme’nin verdiği kararları hatırlatarak, Komiser, başvurucular ya da avukatlarının dava dosyasında bu kadar temel bilgiden yoksun bırakılmasının silahların eşitliği ilkesini ciddi bir şekilde aşındırdığının altını çizer. [18].
31. Son olarak, Komiser sulh ceza hâkimliklerinin kararlarının Anayasa Mahkemesi’ne götürülebileceğinin bilincindedir. Ancak Komiser Anayasa Mahkemesi’nin önünde yüksek sayıda başvurunun çok uzun zamandır beklediğini ve tehdit altındaki hakların önemine ve Anayasa Mahkemesi’nin benzer davalarda Mahkeme’nin oluşturduğu standartlara uygun içtihatlarının varlığına rağmen bu tarihe kadar tutuklu gazeteciler tarafından yapılan başvurularının hiçbirinde karar çıkmadığını gözlemlemiştir.
III. Muhalif seslerin hedefe konulmasına ve yargının rolüne dair gözlemler
32. Başlangıçta, Komiser ifade özgürlüğüyle ilgili konularda, terörle mücadele ve devletin güvenliğine karşı suçlara dair yasaların uygulanmasını içerenler de dahil olmak üzere yargılama ve tutuklama isteklerindeki artışa dikkat çeker. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre savcılar tarafından TCK 216 (halkı kin ve düşmanlığa tahrik); 220/6 ve 7 (terör örgütü adına suç işlemek ve örgüte yardım), 301 (Türk ulusunu, devlet organ ve kurumlarını aşağılamak) ve 314 (örgüt üyeliği) maddeleri kapsamında istenen tutukluluk taleplerinde 2013 ve 2015 yılları arasında 2013 başına göre üç kat artış meydana geldi. Aynı dönemde mahkemelerden çıkan tutukluluk kararları neredeyse dört kat artış gösterdi (1099’dan 3732’ye çıktı). Hükümetin, ifade özgürlüğüne dair davalara yönelik tavrında bir değişiklik olduğu resmî rakamlardan da görülebilmekte olup, bu tavır aynı zamanda yargının gittikçe katılaşan tavrına da destek olarak görülebilir. Böylelikle, özellikle, Adalet Bakanlığı’ndan kovuşturma izni gerektiren 299. Maddeye (Cumhurbaşkanı’na hakaret) bakıldığında, 2013 yılında bakanlıktan 85 dosya için kovuşturma izni çıkarken, 2015’te 2476 savcılık talebinden 1,540’a onay çıkmıştı; bu 18 katlık bir artış anlamına geliyor. Sadece 1 Ocak ve 30 Nisan 2016 tarihleri arasındaki sürede 2445 savcılık talebinden 915 tanesi için izin çıktı[19].
33. Darbe girişimi sonrası başlayan olağanüstü hâlden bu yana ifade özgürlğü ve basın özgürlüğü daha da kötüye gitti. Hükümetin muhalif gördüğü medya kuruluşlarının kapatılması; gazeteciler, insan hakları savunucuları, akademisyenler ve sosyal medya kullanıcıları gibi belirli grupları hedef alan yargısal eylemeler; çok sayıda gazetecinin tutuklanması ve hakaret davaları sayısındaki artış, özellikle hükümet politikalarını eleştirenler için ifade özgürlüğünün kullanılması alanını dramatik bir şekilde daraltma sonucunu doğurdu. Geçtiğimiz yıl boyunca, bazı yabancı gazeteciler de tutuklandı, sınırdışı edildi veya başka şekillerde Türkiye’de çalışmaları engellendi.
34. Milletvekilleri de ifade özgürlüğünde yaşanan geriye gidişin sonuçlarından nasibini aldı. Örneğin, çoğunlukla muhalefet partilerinden oluşan bir grup milletvekilinin dokunulmazlığı sadece bu amaç için kurulmuş (ad hoc) “bir kerelik” ve kişilere yönelik (ad hominem) bir önlemle kaldırıldı. Bu milletvekillerinin çoğu meclis çalışmalarında yaptıkları açıklamalar nedeniyle ceza davalarına uğrarken, bazıları meclisteki sandalyelerini kaybetti.
35. Bunun ötesinde, ifade özgürlüğünün bir diğer önemli ayağı olan akademik özgürlük, bu kötüleşen durumdan büyük oranda etkilendi. Bunu temsil eden iyi bir örnek, “Barış Bildirisi”ne imza atan akademisyenlere cumhurbaşkanı ve bazı bakanların bu akademisyenler için “aydın müsveddesi” tanımını kullanması sonrasında uygulanan disiplin cezaları, işten atılmalar ve hatta ceza davaları oldu.
36. Bazıları 2017 Temmuz ayı kadar yakın geçmişte yapılan birçok açıklamasında Komiser, temelsiz terör örgütü bağı suçlamalarıyla tutuklanan ve yargılanan insan hakları savunucularına yönelen endişe verici yargısal eğilim hakkında da rahatsızlığını belirtmişti.
37. Komiser, bu örneklerin göstermeye yardım ettiği gibi, Türkiye’de net bir şekilde tekrarlayan meşru muhalif görüşlerin bastırılması durumu vardır ve bu fikirleri ifade eden birey ve grupları hedef alan hukuki eylemler de bu durumun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle, çok sayıda gazetecinin tutuklanması daha genel anlamda bu resmin bir parçası olarak görülmelidir. Bu bağlamda, Komiser, Türk makamlarının genellikle öne sürdüğü “gazetecilikten değil ancak başka suçlardan” yargılandılar veya tutuklandılar savunmasının inandırıcılığını kaybetmekte olduğuna işaret eder çünkü gazetecilik faaliyetleri genellikle bu tür suçlara dayanak olan tek “kanıt” olmaktadır.
38. Komiser Türkiye’de yukarıda anlatıldığı şekilde ifade özgürlüğü durumunun kötüleşmesinin Türk yargısının bağımsız ve tarafsızlığının aşınmasıyla el ele gittiğinin altını çizer. Komiserin Memorandum raporunda vurguladığı gibi bu bağlamda önemli bir gelişme de 17 Aralık 2013 tarihinde başlatılan yolsuzluk soruşturmaları sonrası “paralel devlet” adı verilen yapıya karşı başlatılan katı önlemler sonucunda olmuş gibi görünmektedir. Anayasa Mahkemesi bu soruşturmalar sonrası hızla kabul edilen ve HSYK’yı etkileyen birçok değişikliği durdurduysa da, hükümetin içinde zaten oldukça güçlü olduğu HSYK, o tarihten sonra, yüksek sayıda yargı mensubunun görev yerini değiştirerek, ardından soruşturmalar, açığa alma ve ihraçlarla yargının içinde çok daha aktif bir şekilde müdahil olmaya başlamıştır. Bu önlemler görünüşte yargı içindeki Gülencilere yönelik olsalar da, Komiser birçok muhatabından, bu uygulamaların yargı içinde genel bir endişe ve korku havası oluşturduğunu, bunu devlet merkezli tavır almayı arttırdığını ya da bunu geri getirdiğini ve, örneğin ifade özgürlüğünü koruyan tartışmalı bir kararla, yargı mensuplarının üzerlerine dikkat çekmekten kaçınmaya çalışmasını getirdi. Bu durum aynı zamanda Türk yargısının büyük oranda siyasî iklimin etkisi altında olduğu yönündeki genel inanışı güçlendirmişe benziyor ve Türk yargısı bu dönemde yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığına uygulanan artan baskılara karşı duyarlı oldu. Komiser, bu baskıların olağanüstü hâl sonrasında ciddi bir şekilde arttığının altını çizer. Komiser, KHK’larla yargı mensuplarının dörtte birinin bireysel bir gerekçe sunmadan HSYK tarafından ihraç edildiğini[20], Anayasa Mahkemesinin FETÖ ile bağı olduğu gerekçesiyle iki üyesini ihraç ettiğini, ve bunun anlaşılır şekilde yargıda kalan hâkim ve savcılar arasında bir korku atmosferi yarattığını özellikle belirtir.
39. Komiser, Venedik Komisyonu, Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu (GRECO), Avrupa Birliği ve Uluslararası Hukukçular Komisyonu gibi birçok uluslararası kurumun da Türkiye’de yargı bağımsızlığıyla ilgili benzeri endişeler dile getirmiş olduğu gerçeğini not eder[21].
40. Komiser, yürütmenin yargı makamlarının değerlendirmesine doğrudan veya dolaylı olarak müdahale ettiğine ilişkin birçok rapor almıştır. HSYK’nın bazıları da başvurucular arasında yer alan 21 gazetecinin tahliyesi yönünde karar veren İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi’nin hâkimlerinin ve başlangıçta tahliye talebinde bulunan savcının açığa alınması yönündeki 3 Nisan 2017 tarihli kararından özellikle dehşete düşmüştür. Sonuçta, İstanbul Başsavcılığı aynı günde yeniden tutuklanmaları emrini verdiğinden, bu gazetecilerin hiçbiri salınmamış, bazılarıysa yeni bir soruşturma çerçevesinde farklı suçlamalarla yeniden tutuklanmıştır.
41. Daha yakın geçmişte, Komiser 16 Nisan 2017 tarihinde Türkiye’de seçmen tarafından onaylanan anayasa değişikliklerinin yargı bağımsızlığı üzerindeki etkileri konusunda endişelerini belirtmiş; HSYK’nın yeni yapısının yargının bağımsızlığı için yeterli güvence sağlamadığını ve siyasi etkiye maruz kalma riskini büyük oranda arttırdığını vurgulamıştır[22].
42. Bu bağlamda, Komiser aynı zamanda kamu yararı içeren bilgileri haberleştiren gazetecilerden üst düzey devlet yetkilileri tarafından kamuoyu önünde birçok kez “terörist,” “hain” veya “casus” diye bahsedildiğini endişeyle not eder. Bu lekeleme eylemleri gazetecileri şiddet eylemleri veya başka türlü şekillerde tacize açık hâle getirmiştir. Yukarıda tarif edilen durumda, Komiser üst düzey yetkililerin bu tür ifadelerinin hâkim ve savcılar üzerinde oluşturacağı etkiye de dikkat çeker. Komiser’in bu endişesinin haklılığı Anayasa Mahkemesi’nin 25 Şubat 2016 tarihli Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluklarının ifade özgürlüğü ihlali olduğu kararı Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanı tarafından kamuoyu önünde ve sert ifadelerle eleştirilmiş; Başbakan bu kararı “kabul etmediğini” ve “saygı duymadığını” söylemiştir. Komiser ayrıca, alt mahkemenin 6 Mayıs 2016 tarihli Dündar ve Gül’ü mahkûm eden kararında Anayasa Mahkemesi’ni yetki sınırlarını aşmakla eleştirdiğini, bunu yaparken de Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı’nın kullandığına ürkütücü derecede benzeyen kelimeler kullandığını not eder.
43. Daha önce belirtildiği üzere, Mahkeme’nin Can Dündar ve Erdem Gül davasında olduğu gibi Sözleşmenin 5. ve 10. Madde hakkındaki içtihatlarına uygun kararları bulunan Anayasa Mahkemesi, tehdit altında olan hakların acil durumuna ve suçlamaların ağırlığına rağmen, başvurucular da dâhil olmak üzere çok sayıda gazeteciden gelen başvurular konusunda henüz hiçbir karar vermemiştir. Bu durumun darbe girişimi sonrası çok sayıda Anayasa Mahkemesi başvurusu yapılmış olması gibi artan iş yükü gibi birçok sebebi olması ihtimali yüksek olmakla birlikte, Komiser bu bölümde kısaca anlatılan ve yargının tarafsız ve bağımsız bir şekilde işlemesini hâlihazırda etkileyen ciddi engellerin de merkezi bir rol oynayabileceği endişesini paylaşmalıdır.
Çıkarımlar
44. Komiser son dönemde çok sayıda gazetecinin tutuklanması ve yargılanmasını devlet yetkililerine yönelik itiraz veya eleştiriye karşı Türkiye’de şu an hâkim olan daha geniş bir baskı eğiliminin parçası olarak görmektedir. Bu tür tutuklama ve yargılamaların, aşağıdaki sebeplerle, insan hakları ihlalleriyle sonuçlandığını ve hukukun üstünlüğünü aşındırdığını düşünmektedir:
– Devletin güvenliği ve terörizmle ilgili bazı ceza hükümlernin muğlak ifadeleri, ve terör propagandası ile terör örgütüne destek kavramlarının, şiddet çağrısı yapmadığı açık olan kişi ve açıklamalara da yönelik olarak çok geniş yorumlanması nedeniyle keyfi uygulamaya açıktırlar. Darbe girişimi sonrasında birçok gazeteci bu tür hükümler altında ifade özgürlüğü haklarının meşru kullanımıyla bağlantılı olarak altı doldurulmayan terör suçlamalarıyla karşılaşmıştır.
– Gazetecilerin bu kadar ağır koşullarda tutuklanması ve yargılanması meşru gazetecilik faaliyetleri üzerinde engelleyici bir etki yaratmış olup, bu durum kamusal tartışmalara katılmak isteyen kişiler arasında oto-sansürü yaygınlaştırmaya katkı yapmaktadır.
– Yerel mahkemelerin kararları çoğunlukla yargılama öncesi tutukluluğa veya tutukluluğun devamına neden ihtiyaç duyulduğunu açıklamakta yetersizdir; çünkü yeterli mantık ve inandırıcı delillere gönderme yapmamaktadırlar ve davanın maddî sebeplerine veya şüphelinin bireysel koşullarına değinmemektedirler. “Katalog suçlar” adı verilen grup suçlarının oluşturduğu yasal karine de bu uygulamayı güçlendirmektedir.
– Olağanüstü Hâl’le getirilen ve soruşturma aşamasında hâkim karşısına çıkma hakkını ve dava dosyasına erişimi zorlaştıran önlemler, tutuklama itirazlarının etkili bir şekilde değerlendirilmesi hakkını büyük oranda azaltmıştır.
– Sadece gazetecileri değil aynı ifade özgürlüğü hakkını kullanan insan hakları savunucularını, akademisyenleri ve milletvekillerini hedef alan çok sayıda yargısal eylem, şu anda ceza kanunlarının ve davaların yargı tarafından eleştirel sesleri bastırmak için kullanıldığını göstermektedir.
– Türkiye’de yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının belirgin şekilde erozyona uğramasının sonucu olarak ifade özgürlüğü hakkını korumak hâlihazırda daha zor hale gelmiştir. Bu genel arka planda, Komiserin yargılama öncesi tutukluma uygulamalarının şu anda Türkiye’deki kullanımını Sözleşme’de bu konuyla ilgili tarif edilen herhangi bir meşru amaçla bağdaştırması zordur.
—-
(Türkçe çeviri: Evin Barış Altıntaş/ Punto24)
on 25 April 2017 and 22 June 2016 Venice Commission Opinion No. 872 / respectively.