Asker kaçakları nasıl asılır?

Cevat Şakir’in Bodrum’a sürgün gitmesine yol açan yazısı, gerçekten de “memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici” miydi

MEHMET ALTAN

09.08.2016

 
 
Kanlı ve affedilmez darbe girişimi ertesinde yaşadığımız çok sıkıntılı dönem ve ilan edilen olağanüstü hal, onun ardından gelenler, bizi geçmişteki  olağanüstü hal şartlarına ve basın ilişkilerine savurdu.
 
Geçen yazıda buna değinmiştik, kaldığımız yerden devam edelim.
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin “medya”  anlayışını, Şeyh Sait İsyanı ardından çıkarılan ve özgürlükleri boğan 4 Mart 1925 tarihli  “Takrir-i Sükûn” yasası temsil eder.
 
Bu anlayışın özeti, devletin ya da siyasal iktidarın punduna getirdiği an, canını sıkan herkesi ve her şeyi susturması, saha dışına atmasıdır.
 
Bu anlayışın bugün de değişmediğini görüyoruz, 2016 yılındaki yazılı  ve görsel basın sansürleri bunu zaten  ispatlıyor.
 
Bugünün de tarihini yarın birileri tabii ki yazacaktır ama gelin biz şimdi bu zihniyetin dününü hatırlayalım.
 
***
 
Takrir-i Sükûn yani Sessizlik Yasası çıktıktan bir gün sonra, 6 Mart 1925 Cuma günü  Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul'da yayınlanan Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklâl, Sebilürreşat, Aydınlık, Orak Çekiç kapatılır.
 
Bir gün sonra da Adana’da Toksöz  Gazetesi susturulur.
 
9 Mart 1925'te de farklı kentlerde yayınlanan beş gazete daha kapatılır: Sadayı Hak, İstikbâl, Kahkaha, Presse du Soir,  Savha.
 
15 Nisan 1925'te Tanin ve Resimli Ay Dergisi süresiz olarak  kapatılır.
 
12 Ağustos’da Vatan Gazetesi aynı akıbete uğrar.
 
Ardından kapatılan gazetelerin sorumluları tutuklanır ve kurulan İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanırlar.
 
 
***
 
Bu gazetelerin neden ve nasıl kapatıldığını, çıkarılan yasanın nasıl ve hangi amaçlarla uygulandığını en iyi anlatan örneklerden biri Resimli Ay Dergisi’nin hikâyesidir.
 
1 Şubat 1924 günü yayın hayatına başlayan Resimli Ay, yayın hayatının ilk devresinde "ülkede gerçek bir demokrasinin kurulabilmesini ve sosyal problemlerin incelenmesini" amaçlıyordu.
 
Siyasi fikir yazılarını Zekeriya Sertel ile eşi Sabiha Sertel yazıyor; edebî yazıları ise Mehmet Rauf, İbn-ül Refik, Ahmet Nuri, Reşat Nuri, Yusuf Ziya, Hakkı Sûha, Ercüment Ekrem, Hıfzı Tevfik, Sadri Ertem, Selim Sırrı, Mahmut Yesari, Yakup Kadri kaleme alıyordu.
 
***
 
Daha sonra Halikarnas Balıkçısı mahlasını alacak olan Cevat Şakir’in dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak Hüseyin Kenan takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsünden ötürü dergi kapatıldı ve sorumlu müdür Zekeriya Sertel ile Cevat Şakir İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı.
 
Kısa süren bir yargılama sonunda Zekeriya Sertel üç yıl Sinop'ta kalebentliğe mahkûm edildi. Bu zindan bugün adetâ bir zulüm müzesi olarak duruyor. Benim de birkaç kez gezmişliğim vardır.
 
Cevat Şakir de İstanbul İstiklâl Mahkemesi tarafından  “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak”tan suçlu bulundu.
 
Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istendiyse de, Kılıç Ali Bey'in önerisiyle kalebentlikle Bodrum'a sürüldü.
 
Üç yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum'da tamamladı.
 
***
 
Cevat Şakir, cezasının diğer yarısını da İstanbul'da tamamladıktan sonra, sürgünlük döneminde çok sevdiği Bodrum'dan uzak kalamadı ve  yeniden dönüp yaklaşık yirmi beş yıl orada yaşadı.
 
Bodrum'un antik çağdaki adı olan Halikarnas'ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum'da balıkçılık dahil çeşitli işlerde çalıştı.
 
 Edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük kısmını da Bodrum’da yazdı.
 
1926'dan sonra deniz hikâyeleriyle tanındı. Konularını Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi kıyı ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkardı. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitologya hazinesinden beslenerek anlattı.
 
***
 
Cevat Şakir Bodrum'da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk turlarını da gerçekleştirdi.
 
Bu mavi yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakı idi. Mavi Yolculuk’ta gazete okumaz, radyo dinlemezlerdi.
 
Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemekti. Haftalarca denizde kalınır, sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı.
 
Bu yolculuklar Halikarnas Balıkçısı’nın edebî eserlerini de büyük oranda etkiledi.
 
***
 
Peki, Cevat Şakir’in Bodrum’a sürgün gitmesine yol açan ve bütün hayatını değiştiren yazısı, gerçekten de “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici” bir yazı mıydı?
 
Benim de çocuk yaşlarımda Yaşar Kemal’in evinde bir kez karşılaştığım Cevat Şakir, Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke döneminde siyasi olmayan bir suçtan dolayı uzun bir süre hapis yatmıştı.
 
Bu çok uzun süren hapishane günlerinde yaşadıklarını öykülerle anlatıyordu. Resimli Ay’da yayınlanan öykü de onlardan biriydi.
 
Yazıda, idama mahkûm edilen üçü yirmi, biri de yirmi altı yaşında olan dört “asker kaçağı”nın son günleri anlatılıyordu.
 
***
 
Öykü, kararı öğrendikten sonra kullanılabilir neleri varsa, “başlarındaki fesi, sırtlarındaki camadanı, ayaklarındaki kalçınları bile” satarak elde ettikleri “paraları (…) mevkufların en fakirlerine dağıtan” mahkûmlarla başlar.
 
“Mühim cinayetleri işlemiş” canilerin salıverildiği bir zamanda “pek genç yaşlarında çirkin, soğuk ve şanssız bir ölümle öldürülecek olmaktan” başka bir üzüntüleri yoktur.
 
O denli ki “Teselliye muhtaç sanki kendileri değil idi, bilakis kendilerini ziyarete gelenleri onlar (…) teselliye uğraşıyorlardı.”
 
***
 
Cevat Şakir, özünde “asker kaçaklığı”nın gerisinde yatan insanî durumu vurgulamak istiyordu:
 
“Mehmed, seferberlik ilan edilince askere alınmıştı. Harp esnasında Çanakkale’de mükerreren yaralanmıştı. Uzun seneler zarfında kendisi hak ettiği halde ancak iki kere köye gitmek için izin almıştı. Halbuki evlatlarını çok özledi. (…) Bir kere uzak serhadlere doğru şimendiferle sevk edilirken tren, köylerinin ta yanı başından geçmişti. İşte yüz adım ötede köyünün evlerini ve hatta kendi çatısını görüyordu. Uzun zamandan beri görmediği çocukları ta şuracıkta o çatının altında yaşıyorlardı. Kendisi Filistin cephesine gidiyordu. Ama gidip de geri dönmemek vardı. Çocuklarımı bir defa daha göreyim dedi. (…) Velhasıl trenden atladı. Bu, işte bir firar vakası olmuştu.”
 
 Zekeriya Sertel’inde anılarında belirttiği gibi gerçekten de ‘’hikâyenin o günün olayları ile uzaktan yakından hiçbir bağı yoktu.”
 
Ama “bağ kurmak” bizim  buralarda son derece kolay ve sıradandır… Hukuk olmayınca siyasi mülahaza her türlü bağı kurmakta mahirdir. Aynen bugün olduğu gibi…
 
 
***
 
Cevat Şakir’le birlikte mahkûm olan Zekeriya  Sertel de 1927 yılında İstanbul'a dönebildi.
 
Bu süre içinde eşi, derginin yayınını Resimli Ay, Resimli Perşembe, Sevimli Ay adlarıyla sürdürdü ve "Türkiye'nin ilk kadın gazetecisi" unvanını aldı.
 
Zekeriya Bey'in dönüşünde dergiyi yeni bir hava içinde çıkarmaya başladı.
 
1928’den 1930’a kadar olan bu ikinci devrede yazı ve hikâyelerde ilerici ve sosyalist fikirler ön plana çıkmış, yazı kadrosunda da birtakım değişiklikler yaşanmıştı. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Suat Derviş, Vâlâ Nureddin gibi yazarlar derginin yazı kadrosunda yer aldılar.
 
Nâzım Hikmet'le başlattığı “Putları Yıkıyoruz” yazı dizisi ile tepkileri üstüne çekti. Bu dizide Nâzım ve Sertel, yeniliklerin önünü tıkadıklarına inandıkları Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit, Hamdullah Suphi, Ahmet Haşim gibi ünlü edebiyatçıları “tahttan indirmeyi” amaçlamışlardı.
 
***
 
Böylesine parlak kadrolarla yayınlanan ve basın tarihinde derin bir iz bırakan Resimli Ay’ın yöneticisi ve yazarı neden bu çileleri çekti?
 
 Zekeriya Sertel’den dinleyelim :    
 
 “O dönemde halk arasında geniş ölçüde hoşnutsuzluk vardı. Tek parti sistemi halkı bıktırmıştı. Memleketin kaderini bir parti elinde tutuyor, bu da keyfî yönetime yol açıyordu. Yurttaş düşündüğünü söyleyemiyordu. Seçim hakkını bile özgürce kullanamıyordu. Ben Son Posta’nın ilk sayısında 'Boğuluyoruz, biraz hava istiyoruz’ başlıklı bir yazıyla o günün baskısına karşı ilk isyan bayrağını açtım. Bu yazı o vakit büyük bir tepki yarattı. Çünkü halkın o günkü şikâyetlerine cevap veriyordu. Büyük Millet Meclisi halkı değil, Halk Partisini temsil eden göstermelik bir kurum olmuştu. Halk Partisi’nin dışında siyasî parti kurmak yasaktı. Basın sıkı bir baskı altında yaşıyordu. Telefonla gazete başyazarlarına verilen emirlerin dışına çıkılmazdı. En ufak bir hata yüzünden gazete haftalarca kapatılır, sorumlular mahkemeye verilirdi. Yani tek kelime ile halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.”
 
***
 
Zaten buranın basın tarihinin özeti de herhalde “havasızlıktan ve hürriyetsizlikten” boğulanların hakkını koruyanlar ile hürriyetleri boğanlara alkış tutanlar arasındaki çatışmadır.
 
“Hürriyetsizliği” savunanlar hep daha kalabalık oldu, hürriyeti savunanlar da hep saygıyla anıldı.