“Bana ne, lan!” diyememek

Hasan’a duyduğum yakınlığın nedeni, üzerimize vazife olmayan soruların cevaplarını aramak, “Bana ne lan!” diyememek huyumuz olabilir.

ŞAHİN ALPAY

11.04.2022

Prof. Dr. Hasan Yazıcı, Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli tıp ve biliminsanlarından biridir. Romatoloji bilim dalının ülkemizdeki kurucularındandır. Özellikle Behçet hastalığı üzerine çok sayıda bilimsel yayını vardır. TÜBİTAK Bilim, Avrupa Romatizmayla Savaş Derneği Üstün Hizmet ödüllerine ve Amerika Romatoloji Derneği’nin Master unvanına sahiptir. Türkiye Bilimler Akademisi Bilim Ahlâk Komitesi’nin ve İstanbul Üniversitesi Etik Komitesi’nin kurucu başkanlığını yapmıştır. 2012 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden emekli olmuştur.
 
Hasan Yazıcı, Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli tıp ve bilim adamlarından biri olduğu gibi, benim de hayatımda derin izler bırakan dostlarımdan biridir. Onunla 1960’ta, Robert Lisesi birinci sınıfta okurken tanıştık. Haziran 1963’te liseden mezun olurken derslerde olduğu kadar ders-dışı faaliyetlerde de başarılı olan öğrencilere verilen Kaya Kaynar kupasını paylaşmak dışında bir yakınlığımız olmamıştı. Mezuniyetten sonra o İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne devam etti; ben Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne. O tıpta uzmanlık eğitimi gördüğü ABD’den, ben siyaset bilimi doktorası yaptığım İsveç’ten dönene kadar uzun yıllar temasımız olmamıştı.
 
1980'lerin başlarında buluşmamızdan sonra ise Hasan giderek en yakın arkadaşlarımdan biri oldu. Bunun temel nedenini yeni yayımlanan, “çok kısa zaman önce” kaybettiği hayat arkadaşı, sevgili Berrin’in anısına kaleme aldığı “SANA NE LAN!” dedi (Bir Cerrahpaşa hocasının kısa anıları) (Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2022) başlıklı kitabında bulmak mümkün.
 
Kitaptan aktarıyorum: “…Tarık durdu ve 'Hocam, hastamızın bugün ne ameliyatı geçirdiğini öğrenmek isteyen dahiliye başasistanı Hasan' diye beni tanıttı. Hocanın veciz yanıtı çok kısaydı: 'SANA NE, LAN!…' Bundan sonra ne olduğu biraz tartışmalı. Benim anımsadığım, hocanın üzerine iltifatkar sözlerle yürümem…” (s. 3) Evet, Hasan’a duyduğum yakınlığın nedeni, birbirinden farklı uzmanlık alanlarımızda üzerimize pek de vazife olmayan soruların cevaplarını aramak, tanık olduğumuz olumsuzluklar karşısında “Bana ne lan!” diyememek gibi bir huyu paylaşmamız olabilir.
 
Hasan, son kitabını bitirirken bu hususu kendi hesabına şöyle itiraf ediyor: “ ‘SANA NE LAN!’ dedi’de size hikâye etmeye çalıştıklarımın çoğunluğu üniversitemin, görece yakın, ama geçmişine ait öyküler. Ancak halen tam içinde değilsem de yakından izlemeye çalıştığım üniversitemin, daha doğrusu üniversitelerimizin güncel durumuna baktıkça, 'Hasan, belki de o zamanlar biraz daha iyiydik' demeden edemiyorum. Benzer düşüncelere ülkem yargısını çok eleştirdiğim 'Bir Aşırma (İntihal)’i bitirirken de kapılmıştım. Belki o çok güzel deyişimizle, yargımız da üniversitemiz de, şah idiler, şahbaz oldular. Olan bitene hep 'Bana ne, lan' diyemem diye düşünüyorum. Onun için bu kısa anıları sizlerle paylaştım.” (s. 122)
 
Burada Yazıcı’nın tıp dünyamızın iç işleyişlerine tanıklık eden son kitabına dikkatinizi çekmekle yetineceğim. Asıl yapmak istediğim, ona duyduğum yakınlığı ve şükran duygularımı dile getirmek. Hayatlarımız ve düşüncelerimiz birçok aşamada buluştu. “Bana ne lan!” diyememe huylarımızın kesiştiği nokta ise Doğramacı vakasıdır. İntihale, yani başkalarının eserlerinden aşırmaya, çalmaya karşı savaş açan Hasan, "YÖK doçent adaylarının bilim ahlakını denetleyecek bir etik komite kuruyor: Önce Doğramacı'yı kınamak lazım" başlıklı makalesini Milliyet gazetesinin o sıra editörlüğünü yaptığım “Entellektüel Bakış” sayfasına gönderince yazıyı hemen ertesi gün İhsan Doğramacı’nın kocaman bir fotoğrafı eşliğinde yayımladık (15 Kasım 2000). Hasan’ın “Doğramacı’nın Spock’tan aşırması gibi vakaların üzerine gitmeden bilim ahlakımızı düzeltmek olanak dışıdır” şeklindeki cümlesini de spota çektik…
 
Bundan sonra olan bitenleri burada anlatmayacağım. Olanları Yazıcı’nın Bir Aşırma (İntihal): Doğramacı – Yazıcı Davası Işığında Yargımız – Aydınlarımız (İletişim Yayınları, 2020) başlıklı kitabında bütün ayrıntılarıyla bulabilirsiniz. (Kitap üzerine yazım için bkz. P24, 28.01.2020) Ancak Hasan’ın o kitabını bitirirken söylediklerini hatırlatmadan geçemeyeceğim: “Gerçekle aramız hiç iyi değil. Gerçeği değil aramak, ondan adeta nefret ediyor, unutmak istiyoruz. Bu nefreti aydınımız ve yargımız eşit paylaşıyor… Gerçeği gerçekten öğrenmek istemeden, gerçeği bir yerde kutsamadan nasıl düzgün bilim olmazsa, adalet, hukuk ve yargı da olamaz.” (s. 151)
 
Hasan'ın bu tespitine ne denli hak verdiğimi, bu tespitin ne denli içime işlediğini vurgulamak için şuna değinmeden geçemeyeceğim: Herhangi bir suç işlemediğime dair Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Anayasa Mahkemesi’nin (üç) kararına, Yargıtay'ın örgüt üyesi olduğum gerekçesiyle hakkımda verilen 8 yıl 9 aylık hapis cezasını “delil yetersizliği” nedeniyle bozmasına, Yargıtay’ın dinlenmesini istediği tanığın dahi mahkemeye gelip, ezcümle “Şahin Alpay'ı yakından tanırım, FETÖ ile hiçbir ilgisi yoktur” demesine rağmen 6 yıldır yargılandığım davanın geçen günkü (7 Nisan 2022) duruşmasında “Fethullahçı Terör Örgütü’ne yardımcı olduğum” gerekçesiyle hakkımda 15 yıla kadar hapis cezası istendiğini gazetelerde okumuş olabilirsiniz.
 
Hasan Yazıcı, altmış küsur yıllık arkadaşım, büyük saygı duyduğum bir entelektüel olduğu gibi, çok iyiliğini gördüğüm dostlarımın da başta gelenidir. 1987 sonbaharında Japonya Dışişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak Tokyo’da bulunduğum günlerden birinde tansiyonumun ilk kez hayli yükselmesi üzerine aklıma gelen ilk şey eşim Fatma’yı arayıp ne yapmam gerektiğini Hasan’a sormasını istemek olmuştu. Hemen sonra İstanbul’dan gelen telefonu açtığımda karşımdaki Hasan’dı. Beni telefonda muayene ettikten sonra endişelenecek bir şeyim olmadığını, yine de ilk fırsatta bir hastaneye gitmemin iyi olacağını söyleyecekti. Hiroşima’da gittiğim hastanede, sorunun uzun uçak yolculuğu sonucunda kanımdaki su miktarının azalmasından kaynaklandığı belirlendi, birkaç ilaçla ve dinlenerek toparlanmam mümkün oldu.
 
1980’lerin sonlarında, 10 yaşlarındaki oğlum Acar’ın koltuk altlarında şişlikler görülmesi üzerine Fatma onu yakınlardaki hayli seçkin bir özel hastanenin tanıdık doktoruna götürmüştü. Birkaç gün sonra kan tahlillerinde görülen anormallikler üzerine biyopsi için hastaneye çağrılınca tabii ki ilk işim hemen Hasan’a danışmak oldu. Hasan, oğlanı alıp derhal Cerrahpaşa’ya gitmemi istemiş; orada yapılan kan tahlilleri sonucunda tamamen sağlıklı olduğu ortaya çıkmıştı. Sonradan anlaşılacaktı: Çok ünlü, çok özel hastane kan örneklerini bekletip bayatlattığı için ortaya endişe uyandıran sonuçlar çıkmıştı.
 
Yine 1980’lerin sonlarında Fatma’nın yorgunluk şikayetlerinin nedenini araştırmak amacıyla yapılan kan tahlillerinden çıkan sonuçlar kaygı uyandırmıştı. İstanbul’da gördüğümüz karaciğer uzmanlarından çok farklı yorumlar alınınca Hasan, Fatma’nın Londra’da Dr. Ian Murray-Lyon’a görünmesinin iyi olacağını söyledi ve bunun için gerekli randevuyu almamızı sağladı. Murray-Lyon’ın koyduğu tanı ve önerdiği tedavi ile Fatma’nın karaciğer yetmezliği kontrol altına alınabildi.
 
1990’ların sonlarıydı. Fatma uyurken doğru dürüst nefes alamadığımı, ben de kendimi olağanüstü yorgun hissettiğimi, televizyon programlarında bile uyukladığımı fark edince bermutat Hasan’a danıştım. O beni kardiyolog sınıf arkadaşımız (üstelik basından meslektaş ve arkadaşım Leyla’nın eşi) Prof. Dr. Sedat Tavşanoğlu’na havale etti. Sevgili Sedat hemen ilk muayenede uyku apnesinden kuşkulandı ve beni Cerrahpaşa’nın uyku laboratuvarına sevk etti. Netice olarak uyku apnesi tanısı konmasından bu yana, zamanla giderek daha da etkili hale gelen CPAP cihazları sayesinde düzgün nefes alarak uyuyabiliyorum. Aksi takdirde çoktan sizlere ömür olmuştum.
 
29 Ekim 2000’de, yazılarımla seçilmesini kuvvetle desteklediğim Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, köşe yazarlığı kariyerimde ilk ve son kez olarak eşimle birlikte Çankaya’ya, Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna davet edilmiştik. Ne var ki gidemedik. Zira Fatma bir gün önce şiddetli eklem ağrılarıyla yatağa düştü. Sağolsun Hasan yine imdadımıza koştu; koyduğu tanı ve önerdiği tedaviyle Fatma’yı birkaç gün içinde ayağa kaldırdığı gibi eklem romatizmasıyla daha uzun yıllar başa çıkmasını mümkün kıldı.
 
27 Temmuz 2016’da darbe girişiminden sorumlu olduğum iddiasıyla tutuklanıp Silivri’ye gönderilmeden birkaç gün önce gördüğüm son arkadaşım da Hasan oldu. Fatma’nın rutin kontrolü için onu görmeye gittiğimizde, Ankara’dan yeni dönen Hasan hayli tedirgindi. “İnşallah içeride fazla kalmazsın” temennisiyle gülüşerek vedalaştık. Silivri’de geçirdiğim yaklaşık iki yıl süresince karşılaştığım çeşitli sağlık ve hukuk sorunlarında da Hasan tavsiyeleriyle desteğini esirgemedi.
 
Silivri’den tahliye olmamdan, ona kavuşmamdan altı ay kadar sonra, Ekim 2018’de Fatma’nın depreşen romatizma ağrıları nedeniyle Hasan’dan randevu isteyip Ayvalık’tan apar topar İstanbul’a döndük. Ne zaman yayımlanabileceği hakkında en küçük bir fikrim olmayan anılarımda ayrıntılarıyla anlattığım üzere Fatma, Hasan’ın o sıra çalıştığı özel hastanedeki muayene odasında, beyin kanaması geçirerek fenalaştı ve birkaç saat sonra da vefat etti. Sabahın ilk saatlerinde vefatını haber veren Hasan’dı. Birkaç gün sonra arayıp, kan tahlillerinin sonuçları ışığında Fatma’nın geçirdiği beyin kanamasına (hiç beklenmedik bir şekilde) kan kanserinin neden olduğu sonucuna varan da oydu.
 
Hasan’la bir ortaklığımız da çok sevdiğimiz hayat arkadaşlarımızı kısa denebilecek bir arayla kaybetmiş olmamız. Bana ilk başsağlığı dilemeye gelen dostumuz, Fatma’dan iki yıl kadar sonra kaybettiğimiz rahmetli Berrin olmuştu.
 
Hasan gibi bir dost, her bakımdan dostlar başına…