Wim Wenders’ın "Perfect Days" filminden bir kare. Hirayama rolünde Koji Yakusho (sol) ve Niko rolünde Arisa Nakano (sağ). Fotoğraf: IMDB, "Perfect Days" foto galeri.

Bugüne teslimiyet

Şöyle bir önermede bulunabilir miyiz? Kontrolümüz dışında değişen süratli dünyanın derinliği ve geçiciliğini kavramak oldukça önemli. Bunu başardığımızda kim olduğumuzdan ziyade yaptığımız şeyler çok daha önemli bir hale geliyor

İLKAN AKGÜL

26.04.2024

Yavaşlamak nedir bilmeyen bir hız çağındayız. Kimliğimiz ve yaşamımız bireyin içsel deneyimleri, ilişkileri ve kişisel değerleri üzerinden yaratılıyor olsa da günümüzde bu kavramlar giderek daha çok kamusal onay almak üzerine şekilleniyor. Varoluşumuz aslında peşinden kocaman bir kanaat kitlesini de sürüklüyor demek yanlış olmaz. Bu durumun, insanlar olarak içsel deneyimlerimiz ile dünyayı algılama biçimimiz arasında büyük bir uçurum yarattığını düşünüyorum. Huzurlu bir hayat yaşadığını takipçilerine ispatlamak için fotoğraf çekmek üzere yürüyüşe çıkmak elbette ayıplanacak bir durum değil. Onaylanma ihtiyacı birçoğumuzun içinde çok baskın olarak hissediliyor. Ama ne uğruna? Hayatı, tatmak için değil de insanlara anlatacak bir şeylerimizin olması için deneyimleme durumu bana modern hayatın çoğu zaman dolaylı ve bir o kadar da soyut bir deneyim olduğunu hissettiriyor.

Perfect Days filmi, bitene kadar kafamda yukarıdaki düşünceleri döndürdü durdu. Doksanıncı dakikasında ise her şey benim için zirve yaptı. Huzurlu kahramanımız Hirayama, yeğeni ile birlikte Tokyo’daki bir köprünün üzerinden muhteşem bir gün batımı eşliğinde bisikletle geçerken ağzından şu kelimeler dökülüyor: Next time is next time, and now is now. Bu sahnenin, gerekmedikçe konuşmayı tercih etmeyen filmin niyet beyanının eksiksiz olarak verildiği tek sahne olduğunu düşünüyorum. Bugüne teslim olmak. Belirsiz bir geleceğe ve hesapsız büyük hedeflere kapılmak yerine sadece bugün yapılması gerekenlere odaklanmak. Şimdi, şimdidir.

Schopenhauer’ı hatırlamak

Hirayama isimli tuvalet temizleyicisi her gün uyanıp yatağını topluyor, dişlerini fırçalıyor, bıyıklarını düzeltiyor, traş oluyor, bitkilerini suluyor, tulumunu giyiyor, anahtarlarını ve fotoğraf makinesini cebine koyuyor, evden çıkıyor, otomattan kahvesini alıyor ve minibüsüne binerek Tokyo’nun tuvaletlerini temizlemek için yola çıkıyor. Bu sahneye film boyunca tekrar tekrar şahit olmamıza rağmen hiç garipsemiyoruz. Her tekrarın kendine özgü saygı uyandıracak bir eforu var. Hirayama’nın henüz ismini bile bilmezken rutinlerine bağlı bir insan olduğunu anlıyoruz.

Bu rutinleri izledikten sonra Schopenhauer’ı anımsamamak mümkün değil:

Her gün küçük bir yaşamı, her uyanış küçük bir doğumu, her sabah küçük bir gençliği ve her uyku küçük bir ölümü temsil eder.”

Kendisi, şahsına atfedilen bu sözlerle yaşamın sürekli tekrar eden bir döngü olduğunu ve her günün de bu döngü içerisinde küçük ve ayrı birer yaşamı temsil ettiğini savunuyor. Hirayama’yı izlerken hayatın döngüsel doğası hissediliyor. Bu alıntının filmin temel argümanı olduğunu da düşünüyorum. Hirayama için her gün küçük bir doğum. Her günün ise neşeyi deneyimlemek için bulunmaz bir fırsat olduğunu evinden her dışarı çıkarken gökyüzüne bakarak tebessüm etmesinden anlıyoruz. İşte tam da bu yüzden o geleneksel anlamda bir süper kahraman değil, sadece bir tuvalet temizleyicisi. Şayet başkaları tarafından “kirli” olarak etiketlenen bir mesleğe kendini adadığında ve üstelik bu adadığın şey kamusal yaşamın en önemli çarklarından birinin sürmesini sağlıyorsa ‘sadece bir tuvalet temizleyicisi’ olmanın asil bir yanı var demektir. Tıpkı Camus’nun Veba’sında çok sıradan görünen ve kendini devlet memurluğu işlerine adamış olan Grand gibi. Acaba Hirayama’nın her tuvaletten çıkışında gördüğü şizofren adamla kurduğu bağın sebebi bu olabilir mi? Çünkü gerek Hirayama gerekse de şizofren arkadaş kendi dünyalarında görmezden gelinirken farklı dünyalarda en güçlü şekilde var olmayı sürdürüyorlar.

Koji Yakusho’nun oynadığı Hirayama bir tuvalet temizleyicisi. Fotoğraf: The Match Factory.

Madem ucundan Camus’a girdik, devam edelim. Camus, yaşamın temelinde anlam arayışı olduğunu söylerken bir yandan da evrenin anlamsızlığı ve absürtlüğü ile alabildiğine karşı karşıya olduğumuzu vurgular. Ona göre bu durumda yapılacak en iyi şey bu anlamsızlığı sahiplenerek kabullenmek ve yaşamımıza anlam kazandırmak üzere çeşitli yollar aramaya devam etmek. Hirayama’nın gözünden sakındığı, büyük para tekliflerine rağmen satmadığı kasetler de bence burada devreye giriyor. Kasetler, kendisine hayatı ile arasında bir tür bağlantı ve anlam bütünlüğü sunuyor. O kasetlerin içinde saklanan ve bizim de film boyunca dinlediğimiz müzikler bazen bir dönemi, bazen bir duyguyu, bazen de bir hatırayı özenle temsil ediyor.

Hirayama’nın hayatında rutinlere hapsedilmek gibi bir duygu yok. Gözlerini açtığı her sabah yeni bir günün başlamasından dolayı mutlu oluyor. Hayati bir görev bilincine sahip, rutini sürdürmekten acı çekmiyor. Ancak bir yandan da bunu görev olarak yapmıyor. Rutinler ona yaşadığını hissettiriyor. Yavaşlıktan ve rutinden hazzetmeyen modern sonrası insan için çok rahatsız edici olabilecek olan bu aynı geçen günleri izlerken aslında hiç de aynı hissiyatına kapılmıyoruz. Çünkü hızın midemizi bulandırdığı bir dünyada, bir ay sonrasında dahi kalktığımızda ne yapacağımızın belli olması hissiyatına büyük bir özlem duyarak izliyoruz. Hirayama kendini, yaptığı şeyi ve kaderini çok seviyor. Bu arada modern sonrası insanı rahatsız etmek işte bu kadar kolay. Hiçbir şey yapmamak milyonlarca insan için dehşete kapılıp akıllarını kaçırma sebebi.

İnsanın kaderiyle iyi bir haşır neşirlik yürütebilmesi fikrine Nietzsche’nin başta Zerdüşt’ü olmak üzere birçok eserinde rastlamak mümkün. Zerdüşt, insanların hayatlarını sonsuza kadar tekrar tekrar yaşamak zorunda kalmayı kabul etmelerini ve bu acı verebilecek tekrarların yükünü de taşıyabilecek güçlü iradeye sahip olmalarını öğütlüyor. Çünkü kişi kendi yaşamına ancak bu kabullenmenin sonunda bir anlam atfedebilir. Nietzsche’ye göre insanlar yaşamlarındaki her deneyimi, acılar da dahil olmak üzere sevmelidir. Söz konusu sevgi, amaçsız bir kabullenmeden ziyade aynı zamanda yaratıcı ve besleyici bir kavgadır da. Dolayısıyla burayı güçlü bir referans noktası olarak kullanmakta fayda görüyorum. Öyleyse cesaretli arkadaşlarla birlikte biraz düşünelim isterim. Eğer Hirayama’nın yaşadığı hayatın içerisine düşseydik ne yapardık? Dikkat ederseniz sorduğum sorunun içerisinde bile “düşmek” yani kendini istemeden içinde bulmak gibi bir negatiflik hissiyatı var. Her ne kadar sonradan fark etmiş olsam da alışkanlıklarımız ve yaşadığımız hayatın bize içten içe oynadığı küçük bir oyun bu.

Kendince varolabilmeyi başarmak

Hirayama’ya dair “ne kadar da mutlu bir insan” diye düşünmek bence yanlış olur. Elbette mutsuz bir insan da değil ancak onun günlük rutinini tanımlayan şey bence mutluluktan ziyade huzur ya da çok sevdiğim birinin söylediği üzere dinginlik. Bu noktada aklıma sevgili terapistimin söylediği bir şey geldi. Kendisi terapi odasında yaptığımız şeyi tanımlarken nihai hedefimizin mutluluk değil huzur olması gerektiğini söylemişti. Bunu söylerken de mutluluğun çok anlık dinamiklere bağlı olduğunu, huzurun ise daha stabil bir şey olduğunu anlatmıştı. Yani mutsuzken bile huzurlu olabiliriz. Sevdiğimiz birinin kaybından dolayı alabildiğine mutsuzken onunla ilgili her şeyi eksiksiz yaptığımızdan dolayı aynı zamanda huzurlu da hissedebiliriz. Dolayısıyla burada karakterin mutluluğundan ziyade bir iç huzurdan, yani yenilmesi zor bir güçten bahsediyoruz. Hirayama’nın dünyada kendini var etme tarzı sadelik.

Takashi rolünde Tokio Emoto, Hirayama rolünde Koji Yakusho ve Aya rolünde Aoi Yamada. (soldan sağa) Fotoğraf: IMDB, “Perfect Days” foto galeri.

Rutinlere bu denli bağlı bir yaşamayı düşünürken doğal olarak geçmiş deneyimleri kurcalama ihtiyacı da duyuyorum. Karakterin geçmişine dair bilgimiz yok. Hirayama küçük dairesinde yalnız yaşıyor ancak film onun yalnızlığını vurgulamıyor. Bence burası çok önemli bir nokta. Tam tersi, kendisi yalnızlığı ile iyi anlaşıyor ve halinden memnun. Filmin birçok yerinde göremediğimiz, dokunamadığımız ancak hafif esen bir yel gibi ensemizde tüylerimizi kaldıran bir duygusallık var. Bunu en çok gördüğümüz yer, artık birbirine ulaşması imkansız olan iki dünyanın sarılma sahnesi… Hirayama’nın bir zamanlar farklı bir hayat yaşadığına dair ipuçları tam da bu sarılma anında önümüze çıkıyor. Kardeşinin, kendisinin yaptığı işi duyduğunda adeta tiksinmesi bana Hirayama’nın bir şekilde bu hayatı seçtiğini ve bu seçimi mümkün kılabilmek için belki de birçok şeyden vazgeçtiğini düşündürüyor. Hatta kendini istemeden bu konumda bulmuş ve bunu nasıl kabul edeceğiyle ilgili belki de kendisiyle çok fazla kavga etmiş bile olabilir. Ya da bunlar yanlıştır, en başından böyledir. Ya da başka bir şey. Ama bu senaryolar hiç önemli değil. Hirayama acı dolu hayatlarımızda kendince bir şekilde mükemmeli bulmayı öğrenmiş. Yaptığı seçim, onun için sonsuz güç kaynağı. Burada filmin yönetmeni Wenders’ı anmakta fayda var. Filme dair bir söylemini oldukça anlamlı buluyorum:

“Hirayama’nın hiçbir zaman yoksunluk hissetmemesi bana ilham veriyor.”

Wenders’in söylediğine göre Hirayama’nın hayata olan yaklaşımının altında yatan benzersiz bir japon felsefesi var. Derinlemesine araştırmadım ancak bu felsefede aynı şeyi tekrar tekrar yapma ve küçük ayrıntılarda anlam bulmaya dair Nietzscheist bir yaklaşım seziyorum. Japon zanaatkârlığında örnekleri görülebileceği gibi Hirayama’nın tuvaletleri temizlerken benimsediği titizlik de buna güzel bir örnek. Tokyo’nun tuvaletlerini öyle hassas bir şekilde temizliyor ki sanki işin ustası oymuş ve ondan daha iyi tuvalet temizleyen biri bulunmazmış gibi hissedebiliyoruz. Ancak bu kadim felsefe kendini sadece işini yapma konusunda göstermiyor. Hirayama, önüne çıkan her şeyi dikkatle deneyimleyerek yaşadığı şeylerin içerisinden bir güzellik ve anlam bulmaya çalışıyor. Buna dair bir farklı bakış açısını daha dolaylı olarak ortaya koymak istiyorum. Düşüncelerine çok güvendiğim ve yazıyı yayınlamadan önce fikirlerini almak için gönderdiğim bir dostum ise bunu japon felsefesindeki ‘ışıktan süzen gölgeler’e bağladı. Analog makine ile sık sık ışıktan süzen gölgelerin fotoğraflarını çekmesi, hasta olan adamla gölge kovalama sahneleri…

Peki… Her şeyi kenara bırakırsak bu tuvalet temizlikçisi arkadaşın hayata dair benimsediği böylesi bir var olma biçimini nasıl anlayabiliriz? Elbette bir tuvalete girip büyük bir hevesle fırçalayarak değil. Ancak bu yolun cilt cilt felsefe kitapları okumaktan da geçmediğine oldukça eminim. Bu ancak yaşayarak, ilerleyerek ve sadece yoldayken anlaşılacak bir şey olsa gerek. Bir yandan da onun gösterişten uzak dingin hayatına imrenmemek mümkün değil. Hayata kayıtsız kalmadan ağlıyor, gülüyor, bağırmasa da sinirleniyor, üzülüyor, belli edemese de öfkeleniyor. Ancak o anlara müdahalesinin sınırlı olduğunun o kadar farkında ki o an yaşadığı şeyin geçici olduğunu da biliyor. O halde birçok şeyin sırrının ne olduğuyla ilgili şöyle bir önermede bulunabilir miyiz? Kontrolümüz dışında değişen süratli dünyanın derinliği ve geçiciliğini kavramak oldukça önemli. Bunu başardığımızda kim olduğumuzdan ziyade yaptığımız şeyler çok daha önemli bir hale geliyor.

Unutmadan… Lou Reed’i ve Perfect Day’ini sevenlere çok selam olsun. Ancak şunu da söylemeden geçemem. Keşke Metallica ile Lulu’yu yapmasaydı!