Özgürlükçü karakteri olan anayasa ve diğer yasa ve hukuk metinlerinin en temel özelliği, sözcüğün en gerçek ve geniş manasında güç odaklarının potansiyel olarak taşıdığı “Güç bende!” zorbalığını o kudrete sahip olmayanlar lehine sınırlandırmaktır. Kuşkusuz bunun nerede, nasıl ve ne şekilde realize olduğu tartışılabilir bir husus. Ancak “demokrat” ya da “özgürlükçü” olmak iddiası taşıyan bir hukuk anlayışının mantığı bu olmak durumundadır; vurgulamak, dikkat çekmek istediğim meselenin bu yönü.
“Güç odakları” derken kastettiğim, öncelikle tabii ki siyasi iktidar, yasama-yargı-yürütme erkini oluşturan yapılar, ordu ve güvenlik bürokrasisi, kısacası “devlet” kavramını ifade eden kurumlar. Yanı sıra toplumsal hiyerarşinin “kaymak tabakasını” oluşturan sermaye kesimleri. Aslında “iktidar” ile bu yapılar pek birbirinden ayrı değerlendirilecek gibi de değildir. (Eskiden bu siyasi ve sınıfsal bileşime “oligarşi” derdik; kanımca devri geçmiş bir kavram değil.)
Şu veya bu ölçüde “hukuk devleti” iddiasına en azından yaklaşık biçimde sahip olan ülkelerde, “başkan” olmak bir tür kral, kraliçe, sultan veya padişah olmak demek değildir. Çünkü yetki alanları, görev ve sorumlulukları bellidir ve belirli bir süre için seçilerek üstlendiği rolü, kendisine çizilen bu sınırlar içerisinde kalarak oynamak durumundadır.
O sınırları aştığı zaman devletin kendisini sürdürebilmek adına oluşturduğu denetim mekanizmaları devreye girer ve sınır aşımının, görevini kötüye kullanmanın nitelik ve mahiyetine göre yaptırımlar söz konusu olur. Misal, “başkan” olmanın kafasına göre takılmak demek olmadığını bilmiyorsa, öğrenir böylece.
Bu tür deneyimler, topluma da sisteme güven telkin etme testleri olarak işlevlidir aynı zamanda. Sistemin hukuki bağlamda anlayış ve ilkeler, normlar bakımından “oturmuş” olması, bu tür test ve deneyimlerin sonucunda varılmış noktadır.
***
Bu genel hatırlatmanın ardından “Ya bizde?” diye hayıflanarak sormamak elde değil; Ya bizde nasıl oluyor bu işler?
Bizde cumhuriyetin ikinci yüzyılında yol almaya başlamışken demokrasi, hukuk, adalet kavramları ölçü alınarak söylenecek olursa, sistem açısından “oturmuş” hiçbir şey yok. Ekonomisi, maliyesi, eğitimi, kültür ve turizmi… Neresinden tutacak olsanız, sistem, elinizde kalıyor.
Örnek kabilinden aklınıza ilk gelenleri hatırlayın…
Ekonominin son üç-beş senesini hatırlayın, daha gerilere gitmeden: Bir “Damat” devri yaşandı, enflasyonu tek haneli yapmak, dövizin ateşini düşürmek gibi iddiaları vardı ve “Reis”in de tam desteğini almıştı. Spekülasyonlar bir yana nedenini hâlâ bilmediğimiz şekilde istifa etti. Sonrasında kriz alarmları veren ekonomideki gidişatı gözlerindeki “ışıltı” ile izah eden, “düşük faiz yüksek üretim” vaadiyle ekonomiyi çökerten “Nebati” dönemi yaşandı. O da gitti, büyük umutlarla önceki ekonomi bakanlarının izlediği politikaların zıddını uygulamak üzere halen işbaşındaki Şimşek dönemi başladı. Bir yıl içinde üç ekonomi bakanı, üç merkez bankası başkanı değiştiren, ekonomi ve para politikalarının “bir de bunu deneyelim” şeklinde oluşturulduğu bir sisteme –bırakalım “oturmuş” olmasını– “normal” denilebilir mi?
Bir tatil beldesinde bir otel dolusu insan kış ortasında korkunç bir şekilde yanarak can verdi ve o otele ruhsat veren, denetlemek yükümlülüğü olan hiçbir yetkili bırakalım yargılanmayı, istifa bile etmedi…
Soma’da can veren insanlar için protesto hakkını kullanmaya yeltenen bir madenci yakınını özel tim polisleri gözetiminde tekmeleyerek döven iktidar mensubu kendinden geçmiş zat, bu “icraatı” nedeniyle ne yargılandı ne de görevden alındı; aksine bürokrasideki yükselişi hızlandı…
“Unutuldu gitti” sanılıyor ama genç bir İranlı (gerçi rüşvetle Türk vatandaşı da olmuştu) zengin züppe, hükümetin koca koca bakanlarını elinde maymun etmişti. O bakanlardan “Her cuma sallıyorum bakara makara” diyeni sonradan oraya buraya TC’yi temsil etmek üzere büyükelçi olarak görevlendirildi, diğerleri ne yapıyor bilmiyorum. Bildiğim yargılanmadılar, yargı önünde aklanmadılar, partilerinden ihraç edilmediler ve o yüzden alınlarında “şüpheli” damgasıyla yaşamlarını sürdürüyorlar. (Bir de o züppeden aldığı paraları genel müdürü olduğu bankada değil de evinde ayakkabı kutularında saklayan bir bankacı vardı, o da “devlet hizmetine” devam ediyordur herhalde?)
Eğitim konusuna hiç girmeyeyim daha iyi… Her bakan “Ben geldim” edasında yap-boz tahtasına çevrilen sistemle oynuyor. Tarikat vakıflarının eğitimdeki rolünü daha da pekiştirecek yeni protokoller imzalıyor. Zorunlu din dersi zorbalığı yetmiyormuş gibi “seçmeli” yeni din dersleri getiriyor, vs.
Örnekleri herkes kendine göre uzatabilir, güncelleyebilir.
Devlet böyle yönetilirken toplum ne yapıyor peki?
Aslında toplum bu anlayışı sırtında taşıdığı içindir ki ülkeyi bu kafayla yönetiyorlar, yönetebiliyorlar tabii ki. Baktılar yapıyorlar, oluyor ve bir şey de olmuyor; yapmaya devam ediyorlar…
Düşünceleri anarşizan çevrelere, Rönesans dönemi düşünürlerine, Fransız İhtilalinin ideolojik temelini atanlara ilham kaynağı olmuş La Boêtie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabında, toplumun “tiran” kavramıyla simgeleştirdiği devlet ve iktidar karşısındaki duruşunu irdelerken, “Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir” der.
Sanırım meselemiz biraz da budur; Birey değil, insan değil; kul, mürit, onun bunun “askeri”, kendi iradesine sahip çıkmaktan yana aciz bir toplumda birer yasaklar manzumesine çevrilmiş yasalar devleti yönetenler için değil adına “millet” dedikleri vatandaşlar içindir!
Dolayısıyla yaparlar, olur ve bir şey de olmaz. Sonra daha fazla yaparlar, yine olur ve yine hiçbir şey olmaz!
Bu kısır döngünün adına da, “Kader değildir ya, kaderdir diyek” denir…
George Orwell ünlü kitabı “Hayvanlar Çiftliğinde” herkesin çok iyi bildiği şu ifadeyi kullanır: “Tüm hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar daha eşittir”.
Ben de haddim olmadan George Orwell’e özenerek şu ifadeyi kullanacağım: “Türkiye Cumhuriyeti’nin 1982 sonrası tüm Tarım ve Orman Bakanları, diğer bakanlar gibi şereflidirler ama mevcut ya da müstakbel Tarım ve Orman Bakanlarından birinin seleflerinden daha da şerefli olma imkânı vardır”, nasıl olacağını anlatacağım.
1982 tarihinden önceki tüm Bakanlar da şereflidirler, hiç kuşku yok ama benim ilgi alanıma giren ve bu yazının konusu olacak mesele 1982 ile başlıyor çünkü 1982 Anayasasında (Madde 169) orman suçlarına şaibeli bir örtük af getirilmiş, bu af bizim de ellerimizi, kollarımızı bağlıyor doğal olarak.
1982 Anayasasının kabulü sonrası ülkemizde önemli bir bölümü Ege ve Akdeniz bölgelerinde olmak üzere sayısız orman yangını çıktı, bizim ülkemizde çeşitli nedenlerden, bir bölümü doğal nedenlerden, bir bölümü de çok net bir biçimde gayritabii nedenlerden orman yangınları yaşandı, Türkçemiz çok güzel ve zengin bir dildir ama aynı zamanda alengirli bir dildir, başka hangi bir dilde “Otel olmayacak yerden duman çıkmaz” deyimi var mıdır, merak ederim doğrusu, birileri de diyebilir ki “bizim dilimizde ateş olmayan yerden duman çıkmaz deyimi vardır, kötü niyetli birileri de bu deyimi eğip bükmüşlerdir…” Takdir sizin.
Bu kötü niyeti biraz sorgulayalım isterseniz.
İllaki de bir tarım ve orman bakanlığı uzmanı, çalışanı gerekmez, iyi bir genç gazeteci bu AI ve internet çağında bir hafta bile sürmeyecek bir çalışma ile 1982 sonrası ülkemizde çıkan tüm orman yangınlarının, küçük, büyük, yerleri, koordinatlarını ve tarihini önümüze dökebilir.
Orman Bakanlığı çok eski, çok köklü bir Bakanlıktır, ormancılar hakkında türküler vardır, böyle bir Bakanlıkta, buna eminim, genç gazetecinin saptadığı orman yangını vakalarının TÜMÜNÜN coğrafi koordinatları, bu koordinatların belirlediği yangın mahallerinde o parselin yangın öncesi, hemen yangın sonrası ve bugünkü hava fotoğrafları mevcuttur, olmak zorundadır, bu data Bakanlıkta yoksa birileri çıkıp “orası Orman Bakanlığı değil başka bir yer galiba” diyebilir ve haksız da olmaz.
Bugün de Orman Bakanlığımızın başında selefleri kadar şerefli bir Bakan oturmaktadır, Sayın İbrahim Yumaklı, kendisi özgüvenli, basınla, toplumla iyi ilişki kuran, işini bilen bir Bakan izlenimi vermektedir.
Bendenizin de Sayın Yumaklı’dan bir istirhamım olacak bir vatandaş olarak: Bakan çok kısa sürede 1982’den bugüne yanan tüm orman yerlerinin yangın öncesi, hemen yangın sonrası ve bugünkü hava fotoğraflarını bir sayfada alt alta koyup tüm yangınları içeren bir kitabı Bakanlık yayını olarak basmalıdır – bir tek yangını bile atlamadan ama.
Ben bu yazımın çok benzerini, adeta aynısını yaklaşık dört, beş senedir her büyük orman yangını esnasında yayınlamayı bir adet edindim, dönemlerinin Orman Bakanları muhtemelen görmediler ya da vahim ihtimal, gördüler de görmezlikten geldiler.
Sayın İbrahim Yumaklı bu çağrımı duyar ve bu söylediğim kitabı basar ise, diğer Bakanlar şereflerinden bir şey kaybetmezler ama Orwell’in sözü Yumaklı için daha bir geçerli olur, “Tüm Orman Bakanları eşit derecede şerefli Bakanlardır ama mevcut Bakan Yumaklı daha eşit şereflidir” diyebiliriz; çocukları, torunları da babalarını, dedelerini daha bir hayırla anarlar.
Hafıza tazeleyelim, Bodrum’a yaklaşırken Güvercinlik koyuna bakan Pina yarımadasında bir orman yangını çıktı, AKP dönemi, dönemin AKP yetkilileri “buraya asla otel yapılmayacak” dediler, bugün o yangın yerinde çok lüks bir otel yükseldi, hizmet (!) veriyor, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı (AKP) Ertuğrul Günay görevinden istifa ederek bu pisliğin dışında kalma onurunu taşıdı.
Aşağıya Anayasanın ormanlarla ilgili 169. Maddesini koyuyorum, bu çok sarih anayasal metne rağmen Güvercinlik koyuna bakan Pina Yarımadasına bakan o lüks oteller ve başka yangın alanlarına başka neler, neler nasıl yapıldı, hukukun a, b, c’sinin geçerli olduğu bir yerde bunu anlamak mümkün değildir.
Boşuna demiyorum, tüm Orman Bakanları (eşit derecede) şereflidir ama bahsettiğim, önerdiğim kitabı basmaya cesaret edebilecek (Pina yarımadası skandalını da içerecek ama) Orman Bakanı “daha eşit şerefli Bakan” olacaktır.
Madde 169: Ormanların korunması ve geliştirilmesi
Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.
Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasî propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.
Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz.”
Bu Anayasa maddesine rağmen bu işler yapılabiliyor ise bu işin içinde bir iş var demektir, bunu da aklım erdiği kadarıyla anlatayım.
Anayasa maddeleri temel ilke ve yönelimi, işin ruhunu belirler, bu ruhun günlük yaşama geçirilmesi ilgili kanunlarla gerçekleşir, kanunlar detaylıdır ama ASLA ve ASLA Anayasa maddesinin ruhu ve belirlediği istikamet dışına çıkamaz uyum ve uygulama kanunları.
Oysa, bizim siyaset tarzımızda bu işler böyle olmuyor, Anayasa maddesinin belirlediği ruhun dışına taşma potansiyeli taşıyan uygulama kanunları yapılıyor ve Anayasa Mahkemesi bu duruma biraz bigâne kalabiliyor.
Başka bir örnek Anayasanın 34. Maddesi: Bu madde toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını tanımlıyor, ruhunu ve çerçevesini çiziyor, hiç de fena bir çerçeve değil, AİHM standartlarına uygun ve sonunda bu hakların kanunla yaşama geçirileceğini söylüyor, ancak gelin görün ki bu yasanın uygulanışının Anayasanın 34. Maddesinin ruhu ile hiçbir ilişkisi yok.
Bu durum, Anayasa maddelerini yaşama uyarlayan yasaların ilgili Anayasa maddelerinin ruhuna uygun olmaması büyük bir sorun, Erdoğan muhtemelen yeni bir Anayasa ile bu Anayasa maddelerinin ruhunu da uygulama düzeyine çekmek isteyecektir.
Geçen hafta, Cilvegözü sınır kapısında dönen dolapları, yolsuzlukları anlatmış ve araştırmalarımın sonucunu paylaşacağımı belirtmiştim. Bugün devam edeceğiz.
Elbette ki Cilvegözü gümrüğündeki kirli çarkı, valilik personeli A.D. tek başına yürütmüyor. Adlarına ulaştığım üç şüpheli daha söz konusu. Bu şüpheliler; yüzbaşı E.Ç., AFAD görevlisi M.S. ve gümrük muayene memuru O.G. Çarkta bu kişilerin de adı geçiyor.
Çarkta yer alan kişilerin, yasadışı düzenekten paylarını almaları için oluşturdukları bir para havuzu mevcut. Gümrük muayene memuru O.G.’nin organizasyonunu yaptığı havuzdan, O.G’nin yanı sıra valilik personeli A.D., yüzbaşı E.Ç. ve AFAD görevlisi M.S. pay alıyor. O.G.’nin öne çıkan niteliği, pek çok memurun Cilvegözü gümrüğünden tayini çıkmasına rağmen, onun yıllardır aynı görevde kalması.
M.S. ise bazen AFAD görevlisi kimliğini kullanarak, bazen de MİT yöneticisi, AKOM müdürü veya önemli bir devlet görevlisi rollerine bürünüp, düzenli olarak Suriye’ye gidip gelen bir şahıs. Tabii bu gidiş gelişler, M.S. açısından oldukça masraflı olabiliyor. Bu nedenle dolarlar kazandıkları düzenek adına hallettiği işler için taşıma, nakliye ve haraç ödemelerini, mevzubahis para havuzundan karşılıyor. M.S.’nin, özellikle istihbaratçı kimliğine büründüğünde, kirli işlerini halledebilmek için pek çok kişiyle para ilişkisi kurduğu bilgisine de ulaştım.
Belirtmeliyim ki yukarıda saydıklarım, M.S.’nin ilk yolsuzlukları değil. Hataylıların verdiği bilgilere göre M.S.’nin kimlik ismi aslında Ç.S. ve Lütfü Savaş döneminde Hatay Büyükşehir Belediyesi’ne, ardından da Reyhanlı Belediyesi’ne ATM/bankamatik memuru olarak yerleştirilen, yani işe gitmeden maaş alan bir isim. Karşılığındaysa bizzat Lütfü Savaş’ın muhbiri olarak çalışmış.
Lakin Lütfü Savaş’ın kirli yönetimi bitse de M.S.’nin icraatları bitmiyor.
Önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, Hatay halkına hizmet versin, gıda, giyecek, ihtiyaç dağıtsın diye Reyhanlı Belediyesi’ne gönderdiği karavanı zimmetine geçirerek, Cilvegözü düzeneğindeki suç ortağı A.D.’nin sahibi olduğu tır garajına saklıyor. A.D.’nin bu tır garajını nasıl elde ettiğini, geçen haftaki yazımda anlatmıştım.
Yaptığı yolsuzluğun fark edilmesi üzerine M.S. karavanı, Reyhanlı Belediyesi’ne iade etmek zorunda kalıyor. Elbette diğer iddialar gibi bu konuyu da M.S.’ye sordum; “Karavan bizzat bana gönderildi, o yüzden garaja koydum, sonrasında ise Reyhanlı Belediyesi’ne hibe ettim.” cevabını verdi ve hakkındaki suçlamaları reddetti.
Oysa İBB’nin, M.S.’nin şahsına değil, Hatay halkına yardım için belediyelere gönderdiği bir karavandı söz konusu olan. Fakat pek yüce gönüllü M.S. karavanı Reyhanlı Belediyesi’ne hibe etmişti!
Bitmedi: Yine deprem döneminde enkaz altında kalan insanları kurtarmak için Hatay’a gönderilen jeneratörleri de belediye personeli olarak teslim aldı M.S. Fakat jeneratörleri, enkazlara ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmak yerine, kendi evine taşıttı. Bu zimmete geçirme faaliyeti, Hatay halkının M.S. jeneratörleri evine taşırken çektikleri videolarla sabit.
Anlayacağınız, deprem döneminde halk enkaz altında inim inim inlerken, belki pek çok hayatın kurtarılmasında faydası olabilecek malzemeleri zimmetine geçiren M.S. şimdi de Cilvegözü sınır kapısında, diğer arkadaşlarıyla birlikte cebini doldurmaya devam ediyor.
Vali yardımcısı lağımı gördü
Kısa süre önce Hatay’da görev yapan bir vali yardımcısı, Cilvegözü Kara Hudut Kapısı ve Kumlu Kara Hudut Kapısı Mülki İdare Amirliği sorumluluğuna atandıktan sonra, Cilvegözü’nde dönen dolapları görür.
Fakat çarkta yer alan ve yöneten Ankara’daki kişilerin adını duyunca işin rengi değişir. Vali yardımcısı, gerek bu çarka dahil olmamak için gerekse Ankara’daki isimlerin ona bulaşmasını istemediğinden, henüz bir senesi dahi dolmadan tayinini ister ve üstlerine “Beni buradan alın.” der.
Vali yardımcısı, talebi üzerine farklı bir ile vali yardımcısı olarak atanır ve onun sorumluluk alanlarına başka bir vali yardımcısı bakmaya başlar.
Bugün Cilvegözü sınır kapısından sorumlu vali yardımcısının, bir önceki gibi olmadığına ve pek çok usulsüzlüğe ses çıkarmadığına dair ciddi iddialar mevcut.
Yanı sıra ulaştığım bilgilerde bir milletvekilinin, kaymakamın ve siyasi parti il başkanının da adları geçiyor. Bu bilgileri, önümüzdeki günlerde kamuoyuyla paylaşacağım.
Ankara’daki isimler
Aslına bakarsanız Cilvegözü’ndeki kirli çark, eskiden pek güzel işlerdi. Bu nedenle de yeniden canlandırılmak istendi.
Gümrükteki bu çarkın, Ankara’ya ve herkesin tanıdığı isimlere uzandığından bahsetmiştik. Tam da bu nedenle lağımı bilenler dahi, Ankara’daki iki büyük patronun adını duyduktan sonra; “Ben onlarla baş edemem.” diyerek ya susuyor ve görmezden geliyor ya da bölgeden kaçıyor.
Savcıların, soruşturma açmaya cesaret edemediklerine dair iddialar da mevcut.
Soruları kim cevaplayacak?
Öncelikle elimdeki bilgi ve belgeleri, İçişleri Bakanlığına teslim edeceğimi belirtmek isterim.
Ve elbette her gün adım adım yayınladığım yeni bilgilerle birlikte yetkililere soru sormaya da devam edeceğiz:
– Bu kirli çarka sessiz mi kalacaksınız?
– Cilvegözü eski mülki idare amirlerinin kimlerle, ne ilişkileri vardı?
– Bu çarkın dolar ve altınları hangi isimlere gidiyor?
– Düzenekle hangi isimlerin kara parası aklanıyor?
– Mazlum halkların trajedilerinden ceplerini dolduran siyasetçi, vekil ve kamu görevlilerini halka açıklayacak mısınız?
– Türkiye ve Hatay halkları, bu lağımı mı hak ediyor?
Leman Dergisi’ne linç girişimi
30 Haziran’ı 1 Temmuz’a bağlayan gece, tam da Sivas katliamının yıldönümünde, İstanbul sokaklarında yeni bir linç dalgası yaşandı. Bu defa hedef Leman Dergisi’ydi.
Sözlerimizin sağa sola çekilmesini önlemek adına baştan belirtmeliyim ki Leman Dergisi’nde yayınlanan karikatürü doğru bulmuyorum.
Elbette karikatürü ifade özgürlüğü olarak savunanlara da saygı duyuyorum. Lakin dinî inançlarda kutsal sayılan değerlerle eleştirel de olsa dalga geçmek, siz inansanız da inanmasanız da, ifade özgürlüğü değildir. Tersine İslamofobiye girer.
Biliyoruz ki İslam dininde, peygamberin insan suretinde tasvirini çizmek ve yayınlamak günahtır. Yüzde doksanı Müslüman olan bir ülkede bu karikatürün tepki yaratacağını öngörmek ise hiç de zor değil. Hatta Leman Dergisi’nin destek verdiği Filistin halkı dahi, yüksek ihtimalle mevzubahis karikatüre tepki gösterecektir.
Asıl önemlisine gelirsek; yaşanan linç dalgası, karikatürü yanlış bulan Müslüman halkın kendiliğinden tepkisi gibi görünmüyordu.
Neden mi?
– Karikatür, 26 Haziran’da yayımlanmış ve hatta sosyal medyada konu dahi olmuştu. Ama beş gün beklendi.
– İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un tweet atmasıyla beraber düğmeye basılmış gibi tüm yetkililer kınama iletileri paylaşmaya başladı.
– Tepki gösteren ve linç örgütleyen kesimler, sade Müslüman halk değil, örgütlü tarikatçılardı.
– Devlet yetkililerinin iletilerinden güç alan güruh, git gide dozajı artırdı ve dergi bürosuna girmeye, kafede oturan vatandaşlara saldırmaya kadar işi vardırdı. Taksim sokaklarında şeriat sloganları atıldı.
– Devlet yetkilisi olmak, itidal gerektirir fakat bu gelişmeler yaşanırken, mevcut linç dalgasını durdurmak için gereken sorumluluk gösterilmedi.
Gelişmeler ve veriler bu şekildeyken, yaşananları pek de sade halkın tepkisi gibi görmediğimi söylemeliyim. Muhtemelen, Özgür Özel’in yaptığı Saraçhane mitingi çağrısına yönelik örgütlenen bir hareketti ve Saraçhane’de oluşabilecek herhangi bir sokak eylemliliğine karşı ön alma girişimiydi.
Malum karikatürü kınamakla beraber vahşi linç girişimini gerçekleştirenleri lanetliyorum.
Adalet, hukuk ve demokrasi çerçevesinde yasal olarak eleştirmek ya da tepki göstermek yerine bu yolu seçenler, dünyanın en aşağılık intikam yolu olan linçe yönelmiştir.
Bu noktada CHP ve Özgür Özel’in, bugünün koşullarında sokak eylemlerinin sınırlarını ve sokak hakimiyetinde ısrarlı olan grupları göz önünde bulundurarak, kararlar alması önemli.
Zira hiç kimse sokaklarda, kutuplaşmış provokatif bir çatışma ortamı veya masum gençlerin canının yandığı ve tutuklandığı tablolar görmek istemiyor.
Haziran ayı geride kaldı…
Temmuz ayında yürümeye başladık….
Basın Tarihi treninde yerel ve uluslararası medyayı kolaçan edince, 12 yıl öncesinin Temmuz’unun Mısır için daha da sıcak ve sıkıntılı olduğu hemen göze çarpıyor.
“Mısır genelinde on binlerce protestocu devlet başkanı seçilmesinin birinci yıldönümü olan 30 Haziran’da , Muhammed Mursi‘nin başkanlıktan acilen istifa etmesini istedi.
İstifa talebinin nedenleri arasında Mursi’nin giderek otoriterleştiği ve laik kesime veya hukukun üstünlüğüne aldırmaksızın İslamcı politikalar uyguladığı hakkındaki suçlamalar vardı. Genel olarak barışçıl başlayan gösteriler, farklı çatışmalarda beş Mursi karşıtının öldürülmesi ile şiddete dönüştü.
Eş zamanlı olarak birçok Mısırlı da Kahire‘nin Nasr semtinde Mursi’ye destek için toplanmıştı.
1 Temmuz sabahı Mursi karşıtı protestocular, Müslüman Kardeşler‘in Kahire’deki genel merkezini bastı. Protestocular binanın camlarını taşa tutarken binadaki ofis ekipmanlarını ve belgeleri yağmaladı. Sağlık ve Nüfus Bakanlığı, örgütün Mukattam‘daki genel merkezi civarında çıkan çatışmalarda sekiz kişinin öldüğünü duyurdu.”
***
“Aynı gün, Mısır Silahlı Kuvvetleri hem hükûmete hem eylemcilere uzlaşmaları için 48 saatlik bir süre tanıdı ve aksi takdirde kendi yol haritasını uygulayacağını bildirdi. 3 Temmuz’da ise silahlı kişilerin Mursi yanlılarına açtığı ateş sonucu 18 kişi öldü, 200 kişi yaralandı.
Aynı zamanda yönetim karşıtları ile Mursi yanlılarının protestoları da devam ediyordu.
Mursi, 2 Temmuz gününün geç saatlerinde yaptığı ve meydan okuyucu bir dil kullandığı konuşmasında, meşruiyetinin demokratik seçimlerle devlet başkanı seçilmesinden kaynağını aldığını ve askeriyenin önerilerini reddettiğini ifade etti. Ayrıca askeriyeyi olaylarda taraf olmakla suçladı.
Böylece ülkedeki olaylar siyasi ve anayasal bir açmaz hâlini almaya başladı.
Verilen sürenin dolmasının ardından 3 Temmuz gününün ilerleyen saatlerinde ordu, Mursi’nin başkanlığının sona erdiğini, anayasanın askıya alındığını ve yeni başkanlık seçimlerinin en kısa zamanda gerçekleştirileceğini duyurdu.”
***
Mısır’da askeri diktatörlüğün yolunun açıldığı yıl Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili ümitler “yeniden” yeşeriyordu.
12 yıl öncesinin medyasını tararken gene “çözüm sürecine”, gene “İmralı Ziyaretlerine” rastlıyoruz.
Değişmeyen temel konu bu.
Temmuz 2013 tarihli gazeteleri incelerken, Mısır’daki gelişmeleri de göbekten haberleştiren Akşam Gazetesi’nde manşetten verilen “özel bir habere” rastladım.
Kürt açılımı ile ilgiliydi ama sanki 2025 tarihli gazetelerde yer alan haberlerden biriydi.
“Çözüm sürecinde ‘hayal gibi’ paketin ayrıntılarına AKŞAM ulaştı” cümlesinin hemen altında manşet yer alıyordu:
“İkinci aşamada 9 somut adım”
Manşetin yanında spotlar vardı:
“Çözüm süreci detayları netleşiyor”
“Son rötuş, akil raporundan yapılacak”
“Pakette ‘eve dönüş’ten KCK’da tutuksuz yargılamaya kadar önemli adımlar var.”
***
2013 yılındaki Kürt Sorunu’nda atılacak “hayal gibi” 9 adımı gerçekten merak ettim.
Manşette 9 adımdan söz ediliyordu ama haberde 8 başlık vardı:
“1- Ana dilde kamu hizmetine erişmek mümkün olacak. Talep yoğunluğuna göre tercümanlık hizmeti sunulacak.
2- KCK’da tutuklanan örgüt sempatizanları başta olmak üzere çok sayıdaki kişiye tutuksuz yargı yolu açılacak.
3- Yer isimlerinin değiştirilmesi taleplerinde yetki İçişleri Bakanlığı’nın. Bu konuda hassasiyetler dikkate alınacak.
4- Bağımsız kolluk denetim merkezi kuruluyor. Böylece insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi hedefleniyor.
5- Anayasa değişikliği görüşmelerinde onay aranmayan parti kapatmalarına son verilmesi hükmü de pakette.
6- 18 yaşında seçme, 25 yaşında seçilme kriteri yerine, ’18 yaşında seçme ve seçilme hakkı’ geliyor…
7- Cem evlerine elektrik ve su başta olmak üzere ihtiyaçları için ‘kamu yararına dernek’ kurulması planlanıyor.
8- Kamuda baş örtüsü yasağı kaldırılıyor. Her türlü etnik ayrımcılığa son verecek hükümler getiriliyor.”
Kürt Sorununun çözülmesi için planlanan adımların ilk dördünün “bir başka bahara” bırakıldığını, son dördünün ise genel seçim vaadi olarak kullanılıp gerçekleştirildiğini görüyoruz.
Acaba o başka bahara bırakılan adımlar şimdi yeniden ısıtılan planın içeriğinde var mı?
***
Burası Ortadoğu…
Kanlı felaketlerin, diktatörlüklerin ve çözülmeyen sorunların diyarı.
Her baktığınızda neredeyse aynı resmi görüyorsunuz.
“İspanya’yı hiç görmedim” cümlesinin gazıyla devam ediyorum. Salamanca’dayız. Bizi oralara Alişan Çapan götürüyor. Güzel abi Cevat Çapan’ın oğlu. Alişan, bir süre Salamanca’da yaşamış, yaşadıklarını yazıya dökmüş: (Bkz. Güle Güle Ki Tarif Edemem, Adam Yayınları)
El Greco Sokağı, 12 numara
“Bir süre burada kalacağım, Carol’le Carlos’un evinde. Eve adımımı attığımda henüz iki haftalık olan oğulları Carlos’u da unutmamak lazım. En küçüğümüz olduğu için kendisine Carlitos diye hitap ediliyor.
Carol aşçı ama yeni doğum yaptığı için o dönemde çalışmıyor. Carlos ise ilkokul öğretmeni o da çevre okullarda kadro olmadığından bir Çin lokantasında garsonluk yapıyor. Her türlü yokluğa rağmen kurmuşlar yuvalarını bir de Carlitos’u peydahlamışlar; ben de kiracıları olarak aralarına katılınca mürettebat tamamlanıyor.”
*
Bol alıntılı bir yazı olacak. Hatta susup kenara çekileceğim çünkü yazı güzel. Cep telefonlarının henüz yaygınlaşmadığı günlerde Salamanca’dan İnsan Manzaraları diyelim:
“Salamanca yüz elli bin nüfuslu küçük bir şehir. Sakinlerinin büyük bir kısmı öğrenci, ortaçağdan beri ülkenin en önemli üniversite şehirlerinden biri olmuş. Günümüzdeyse aynı zamanda İspanyolca öğrenmek isteyenlerin kabesi.”
“…serüvenimin daha ikinci gününde Salamanca nefesleri kesen bir maçtan sonra tarihinde ilk defa Barcelona’yı 4-3 yeniyor. Yeni arkadaşlarım memnun, ayağın uğurlu geldi diyorlar. Ben de bu arada ilk İspanyolca dersimi alıyorum: Fıçı bira istersen ‘una cana por favor!’ diyeceksin. Hay hay, ‘una cana por favor!’
(…) Ertesi gün İspanyolca kursuna başlıyorum. İlk öğretmenim Pilar harika bir öğretmen, bulunmaz bir dost. Hem dersi hem hocayı sevmek bir Türk öğrencisinin başına ender gelen mutlu kazalardan. Kendimi İspanyolcaya veriyorum, bir iki hafta içinde dilim çözülmeye başlıyor, hatta İspanyolların siesta düzenine bile ayak uyduruyorum. Geceleri on birde yemek yenen, akşam gezmelerinden sabaha karşı dönülen bir toplumda siestasız yaşamak mümkün değil.
(…) Sabahtan öğlene kadar dersimiz var. Öğlen yemeğinden sonra zorunlu istirahat. Çay saatindeyse ödevlerimi yapmaya koyuluyorum. O sıralarda yeni kalkmış olan Carlos arada ödevlerimi kontrol ediyor, ‘aferin turco çok çabuk kıvıracaksın sen bu İspanyolcayı’ diyor gülerek.
Çay saatinde çoğu zaman yaşlı akrabalar geliyor yeni doğan bebeği görmeye. Çaylara sakarin atılıyor, dolaptan diyabetik kurabiyeler çıkıyor, hoşsohbet teyzeler kısa sürede koyu bir muhabbete dalıyorlar, arada Carlitos’un yanaklarını mıncıklıyorlar, bana bakıp içinde Turco geçen cümleler kurup gülüyorlar.
Hiçbir şey anlamama rağmen ben de gülüyorum. Ne kadar da babaanneme benziyorlar, utanmasam sizde bir Giritlilik var mı diye soracağım.”
*
Alişan’ın son cümlesi mesafeleri kaldırıyor. Sadece fiziksel mesafeleri deği, beynimizde sınır ayrım çizgileri ile oluşmuş/oluşturulmuş mesafeleri de kaldırıyor. Sınır çizgilerine gıcığımdır.
Şimdi en sevdiğim paragraflardan biri geliyor. Damardan insana değen, mesafeleri buharlaştıran paragraf. Kesmeyeceğim. Güzel akıyor:
“Gecelerden bir gece çakır keyif bir halde eve döndüğümde Carol ile Carlos’u hararetli bir şekilde tartışırlarken buluyorum. Konu Carlitos’un vaftizi. Carol Pazar ayinlerini kaçırmamaya çalışan saf bir Katolik. Carlos’un ise o taraklarda hiç bezi yok. İbadete en yaklaştığı anlar hafta sonları sokağın köşesindeki barda seyrettiğimiz Barcelona maçları oluyor.
Carol’ün iyi niyetli isteğine Carlos’un karşı çıkma sebebi gayet basit, vaftiz töreni sonrası davetlilere yemek vermek adetten. Böyle bir ziyafetin maliyeti ise bizimkileri aşıyor. Bana soruyorlar sen ne dersin vaftiz konusuna diye. Hiç işim olmaz diyorum dinle mezheple, Bunuel’ciyim ben. Carlos bir imdat simidine yapışır gibi sarılıyor sözlerime. Bak, diyor, elin köktendinci müslümanı bile aşmış bu konuları, sen hala diretiyorsun vaftiz de vaftiz diye!
Gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülüyoruz. Dolaba zulaladığım rakı şişesini çıkarıyorum, birer tek atarak vaftiz kararını kutluyoruz. Carol istiyor; tabii ki vaftiz edilecek çocuk. Vaftiz töreninden sonra bir kır lokantasında yemek veriliyor. Carol’ün kardeşi Dany piyanist şantör. Nino Bravo şarkılarıyla ‘renklendiriyor’ geceyi.
Sofia
Dany’nin bir de kankası var, geçkince bir şarkıcı, adı Sofia. Dibinden boyası çıkmış kabarık sarı saçları, görmeyen gözlerini örten büyük siyah gözlüğüyle tam bir diva. Şarkılar çalınıyor, danslar ediliyor. Köktendinciliğimin hakkını vermem lazım; Sofia’nın yanına gidip ‘dans edelim mi?’ diyorum. ‘Memnun olurum Turco’ diyor, ‘çok centilmensin.’
Carlos kenarda purosunu yakmaya çalışırken muzip gözlerinden gecenin hesabını denkleştirme sıkıntısının gölgesi geçiyor. Göz kırpıyorum, arkadaşına hazırlıksız yakalanmanın saflığıyla gülümsüyor.”
*
Burada kesip haftaya devam edeceğim. Günler uzun, yazılar kısa. Yaz ayları formülüm bu. Zaten teliflere zam da yok.
Selam sevgi ile
Madem önceki yazımın sonunda, “Devlet hiç mi ‘devletimiz’ olmayacak peki?” diye sordum ve sonraki yazımda cevap vereceğimi deklare ettim, ağır basan gündemlerden izinle daha fazla “ötelemeden” cevabımı kayda geçireyim o halde…
Ülkenin, herkesin gayet içten biçimde desteklediği, desteklemekle kalmayıp uyulmasını ve uygulanmasını denetlemeyi görevi, sorumluluğu addettiği, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesi olan, ilk maddesinde “Bu anayasa insan onur ve haysiyetine saygılı olmanın taahhüt belgesidir” yazan bir anayasası olsa…
Bu anayasa, toplumun hemen tüm kesimlerinin ortak mutabakatı ile hazırlanmış, oylanmış ve kabul edilmiş bir anayasa olsa…
Devlet, “ana, baba” veya “ulu, yüce, kutsal” olmayıp yurttaşlardan topladığı vergilerin karşılığı olarak vatandaşların yol, su, elektrik gibi ihtiyaçlarının yanı sıra güvenlik, sağlık, eğitim gereksinimlerini ücretsiz biçimde karşılayan bir aygıt olsa…
Hak, hukuk, adalet ve insanlık değerlerinin toplumun ortak değer yargıları olarak hayatiyet kazanmasını gözetmek, devletin güvenlik ve yargı ile ilgili birimlerinin birincil derecede hassasiyeti olsa…
Yargı, yasama ve yürütme erklerinin bağımsızlığı üzerinde herhangi bir askeri, siyasi, ideolojik vesayet gölgesi olmasa…
Siyaset ve iktidar odaklı görev alanlarına ilginin hiçbir ayrıcalıklı, özel veya çekici, cazip tarafı olmasa, seçimlere katılım oranını yüksek tutmak için partiler promosyon kampanyaları düzenlemeye ihtiyaç duysa…
Hiçbir etnik ve inançsal kimliğin diğer kimliklere karşı herhangi bir anlamda, herhangi bir bağlamda ve herhangi bir biçimde üstün veya aşağı olmadığı bir eşit yurttaşlar ülkesi olsak ve devlet, bu eşitlik düzeninin güvencesi olmayı en önemli varlık sebebi saymayı temel felsefesi addetse…
Demokrasisi, hak ve özgürlükleri ile örnek gösterilen bir ülke ve toplum olmak sürecinde, geçmişle yüzleşme konusunda tarihi bir model oluşturulabilse; Ermeni soykırımı, Kürt inkârı, bir bütün olarak inkâr ve toplumu tek tipleştirme dayatması niteliğindeki devlet zihniyeti tamamen aşılabilse; devlet, kimsenin kuşku duymayacağı netlikte bir devlet olarak köklü reformlarla yeniden yapılandırılabilse; devletin doğrudan veya dolaylı biçimde sorumluluğu olan kanlı, kirli, “derin” ve karanlık eylemler, darbeler mahkum edilse, varsa halen yaşayan sorumluları adil bir yargı önünde hesap verse; parlamentoda bütün siyasi partilerin mutabakatı ile tarihi bir özür ve telafi yasası kabul edilse…
Geçmiş yıllar boyunca açılan tip tip hapishaneler, marjinal adli suçlar için açık tutulan birkaçı hariç kapatılsa ve yerlerine sanat, kültür merkezleri, müzeler açılsa…
Herkes anadiliyle eğitim görebilse, siyaset yapabilse, ülkede konuşulan dillerin tamamının korunması, yaşaması ve gelişmesi devletin ve toplumun paylaştığı bir sorumluluk konusu olsa…
Din, inanç, vicdan özgürlüğünün en özgür ve hakkaniyetli hayata geçirildiği bir ülke olmaktan dolayı haklı bir gurur yaşasak…
***
Ucu açık bir liste bu… İlk elde aklıma gelenleri sıraladım sadece. Okur tabii ki başka eklemeler yapabilir, ister istemez “keşke” havasındaki bu listeyi daha da zenginleştirebilir elbette.
Bu durumda devlet, insanların “devletimiz” olarak sahiplenmekte tereddüt duymayacakları bir devlet olur mu? Olur sanırım.
Yine de devlet deyince aklına baskı, eziyet, zulüm, zorbalık, korku, endişe, inkâr, yasak gelen insanların bu köklü değişikliğe adapte olmaları, biraz zaman alabilir tabii.
Kabul etmek gerekir ki devletin insanların hafızalarında bıraktığı kanlı izler kolay kolay silinmez.
Naçizane devlet konusunda felsefi anarşist düşünceye yakın ve yatkın, Marksist yöntem ve terminolojiyi iyi kötü bilen, dünyanın adaletsiz düzenine ve gerçeklerine karşı hayata karşı duruşu bir ahlaki protesto biçimi olarak sol olan bu satırların yazarı, dilek ve temenniler kabilinden bu değişimler yaşansa, “devletimiz” noktasına gelir mi? Kim bilir, belki…
“Hayal işte” diyecek olursanız, kuşkusuz itiraz edemem; gerçekten de “hayal işte” çünkü. Fakat gerçekleşmesi mümkün olmayan türden imkânsız bir hayal de değil bence.
Ama zaten insan dediğin de doğada hayal kurabilen yegâne canlı değil midir ve insanlık adına devrimsel önemde değişimler öngören bütün ideolojik ülküler, somut gerekçeleri bir yana biraz da hayallerden hareket etmezler mi…
Mevcut haliyle devletin “devletimiz” olmasına daha çok var demek ki.
Unutmuyoruz; umutsuz olmaz. Umut dediğimiz bir hayat devam ediyor diyalektiğidir ve iyilik, güzellik, özgürlük adına mücadeleye dairdir…
Orta Doğu’da tüm dengeler değişiyor ve bölge yeni senaryolara gebe. Türkiye’nin, bölgeye açılan kapılarının, sınır bölgelerinin ve sınırdaki illerin stratejik önemleri ise ziyadesiyle arttı.
Hatay hem bu açıdan kritik önemde hem de 6 Şubat depremleri ve 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde kirli başkan Lütfü Savaş’tan kurtulma iradesini net bir şekilde göstermesi nedeniyle dikkat çekiyor.
Geçtiğimiz sene Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi ve Ahmet Şara’nın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Suriye yönetimi, henüz yeni döneme geçiş sancılarını aşamadı. Kurumsal süreç halen sürüyor.
Hem Hatay hem Suriye halkları, yıkıntılardan kurtulup hayatlarını yeniden kurmaya çalışırken, Türkiye’den Suriye’ye dönüş yapan sığınmacıların sayısında da artış yaşanıyor. Son bir senede Cilvegözü sınır kapısından geçerek Suriye’ye giden pek çok sığınmacı oldu.
Bu hareketlilik, görevini kötüye kullanan memurlar için yeni bir kazanç kapısı da açtı tabii.
Şimdi anlatacaklarımın ne kamu göreviyle ne de halka hizmetle ilgisi var. Tersine tam bir çıkarcılık, kara para aklama, karanlık ilişkiler ve cep doldurma düzeneği, mevzubahis olan.
A.D.’nin dev yükselişi
33 yaşındaki A.D., bir sene öncesine kadar, Reyhanlı’da yaşayan yoksul bir ailenin çocuğuydu. Babası, kiralık bir dükkânda oto elektrikçiliği yapıyordu.
Ama geçen sene birileri, A.D.’ye ‘Yürü ya kulum’ deyiverdi. İddialara göre A.D., önce Suriye ve Türkiye arasındaki tampon bölgede görev yapan Hatay valiliği memurlarının amiri pozisyonuna getirildi. Sonra altına valilik amblemli bir araba çekildi ve tampon bölgedeki tüm memurları o yönetmeye başladı.
Görev yaptığı bölge riskli sayıldığı için olsa gerek A.D.’ye, yine valilik tarafından ruhsatlı bir silah dahi tahsis edildi.
Sonuçta A.D., yetkileri ve ona sağlanan ayrıcalıklarla birlikte, Cilvegözü sınır kapısındaki tüm denetimi ele geçirdi. Gümrükteki büyük işlerin organizasyonu, artık ondan soruluyordu.
Deveyi hamuduyla götürdü
Son bir senede, Suriye’ye geçişlerin yanı sıra, Ahmet Şara’nın yönetime gelmesi üzerine ABD’yle Avrupa’nın Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımları kaldırması ve gümrük vergilerindeki düzenlemelerle birlikte, Türkiye-Suriye arası ticari trafik de arttı.
Öte yandan Türkiye’de suç işleyenlerin, aranır durumdakilerin, kamu borcu olanların veya icra takibine düşenlerin ve yurtdışı çıkış yasağı bulunanların ise normal şartlar altında sınır dışına geçmeleri mümkün değil.
Fakat A.D., ‘Hızır gibi yetişerek’ bu sıkıntıların hepsini çözmeye başladı. İddialara göre, önce suçlamalara dair bir tarife belirledi. Tarifenin alt sınırı 3500 dolardı ve işlenen suçun niteliğine göre bu ücret artıyordu.
Hukuken sıkıntı yaşayanlar, gümrükte A.D.’ye gereken ücreti dolar cinsinden ödediklerinde, rahatlıkla sınır dışına geçebiliyorlardı.
A.D. bu düzeneği tek başına yürütemezdi elbette. İşin içinde Göç İdaresi Başkanlığının konuşlandırdığı personelin de bulunması kuvvetle muhtemel.
Rüşvet düzeneğini, göçmen masalarında kuran A.D., bir sene içinde 50 ile 100 bin dolar arası günlük gelir elde etmeye ve paraya para dememeye başladı.
O, altındaki valilik amblemli araç sayesinde hiçbir aramaya ve denetime de tabi değildi.
Şaibeli altın trafiği
A.D., sadece sınırdan giriş çıkışları organize etmiyordu. İddialara göre, önemli işlerinden biri de külçe altın trafiğini yönetmekti.
Dubai’den Suriye’ye getirilen külçe altınlar, önce Türkiye-Suriye sınırındaki tampon bölgeye taşınıyor, oradan da A.D.’nin gözetiminde Türkiye’ye geçiriliyordu.
Bu sistemle Türkiye’ye kaç külçe altın girdi ve A.D.’yle ekibi, ne kadar komisyon aldı, henüz belli değil.
Bildiğimiz; A.D.’nin herkese “Benim arkamda vali var, kimse bana dokunamaz.” dediği, amiyane tabirle racon kestiği, valilik aracı ve silahıyla dolaşarak, bilumum karanlık işlere karıştığı.
Tabii bu kirli düzenek, pek çok soruyu da beraberinde getiriyor:
*Dubai’den getirilen altınlar kimin veya kimlerin?
*Bu trafikle bazı yapı veya kişilerin paraları mı aklanıyor?
*Türkiye’ye giren altınlar nereye götürülüyor?
Bu sorular, cevaplanmayı bekliyor.
Kendi kendini deşifre etti
A.D. ailesinin ani kalkınması, halkın dikkatini çekmişti. Zira hem aile hem de A.D. bir sene içinde jet hızıyla zenginleştiler.
A.D., her ne kadar önlem alıp mal varlığıyla hesaplarını babası ve kardeşinin üzerine geçirse de bu orantısız zenginleşmenin, Reyhanlı gibi küçük bir ilçede gözden kaçması mümkün değildi.
Bakın, yoksul A.D. ailesi; bir sene içinde bir tır garajına, 12 adet tıra, pek çok ofis, dükkân, ev ve araziye sahip oldu.
A.D.’nin ise günlük 100 bin dolara ulaşan geliriyle ayakları yerden kesilmiş, sınırsızca para harcamaya başlamıştı. Onun yeni ve zengin hayatı, sadece Reyhanlıların değil Hataylıların da dikkatini çekti. Nihayetinde iddialar ve şikayetler bana da ulaştı.
İpin ucunu çektiğimizde ise yukarıdaki bilgilere ulaştık.
Halk adına soruyoruz!
Dünyaları başlarına yıkılmış, deprem yaralarını halen sarmaya çalışan, onurlu insanların yaşadığı bir il Hatay. Ve savaştan çıkmış, yaralı bir ülke Suriye.
Peki, bu trajedileri paraya ve zenginliğe çeviren kirli düzeneğin onursuz sahiplerine ne demeli?
Belirtelim, yukarıda saydıklarım, sadece bir valilik memurunun başa çıkabileceği işler değil.
A.D. ya birilerinin aracısı ve komisyoncusu ya da devlet memurları tarafından kurulmuş bir yapının organizatörü.
Artık Cilvegözü’nde patlayan lağımın, üzeri örtülemez.
Şimdi acilen cevaplanması gereken sorular var:
*A.D.’nin karıştığı kirli işlerden ve orantısız zenginleşmesinden, Hatay Valiliği ve Vali Mustafa Masatlı’nın haberi var mı?
*Bu kirli yapıda kaç tane devlet memuru yer alıyor?
*A.D.’ye, valilik amblemli araç ve ruhsatlı silah neden verildi?
*A.D., nasıl bu kadar rahat “Benim arkamda vali var, kimse bana bir şey yapamaz.” diyebiliyor?
*Bu düzeneğin daha yukarılarda yer alan bürokratlar veya yeni/eski siyasetçilerle ilgisi var mı?
Yetkililerden cevap bekliyoruz.
Bilin isterim; Dubai altınlarının kime veya kimlere ait olduğunu, altınların Hatay’a neden getirildiğini, bu trafiğin gizli organizatörlerini ve yapının, en üstten en alta kadar hangi devlet memurlarını kapsadığını, araştırmaya devam ediyorum. Sonuçları sizlerle paylaşacağım.
Temcit pilavı, sahurda yenen pilavdır…
Sahurda pilav yapmak zaman aldığı ve uykuyu fazlasıyla böldüğü için pilav akşamdan yapılır. Sahurda kalkınca iş sadece ısıtılmasına kalır.
Bir konunun, her sabah ısıtılarak yenen yemek gibi tekrar tekrar gündeme getirilmesini eleştirmekte kullanılan bir deyiş haline gelmiştir.
Dünya kan revan içinde ama galiba bizim siyasetin ve anayasa tartışmalarının temcit pilavı da gene “baş örtüsü” olacak.
Kestirmeden gidilip “müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış” da diyebiliriz.
***
12 yıl öncesinin ilk aylarına adım attığınızda da karşınıza gene “baş örtüsü” çıkıyor.
Danıştay 8. Dairesi’nin avukatların mahkemelerde başörtüsüyle görev yapmalarına olanak tanıyan kararı, gündemin ilk sırasına yerleşmiş…
Danıştay kararı birkaç ay sonra da kesinleşmiş.
Aylarca medyanın baş konusu bu olmuş.
***
O dönemde çok tartışılan bir konu daha var…
Anayasa Mahkemesi, MİT mensupları hakkındaki ceza soruşturmalarını Başbakanın iznine bağlayan düzenlemenin iptal istemini reddetmiş.
Oldum olası buralarda devlet, hukuka karşı kendini nedense zırhlamış.
Kamuda çalışan birini hukukun sorgulayıp sorgulamayacağına bir üst makam karar veriyor…
Bugün de durum aynı.
Dün Askeri Şura kararları yargıya kapalıydı, bugün Hâkim Savcılar Kurulu (HSK) kararları hukuksal denetime kapalı.
Tek bir istisna var, o da “ihraç” kararları…
“Yetmez ama evet” referandumunun ülkeye hediyelerinden biri.
Ama 15 Temmuz süresindeki icraat da bu icraatı uygulayanların çoğu da hukuk devletinin denetiminden azade…
“Türkiye bir hukuk devletidir.”
***
Temcit Pilavı sadece baş örtüsünde yok…
Kürt Sorununda da var.
12 yıl öncesinin medyasını tararken gene “çözüm sürecine”, gene “İmralı Ziyaretlerine” rastlıyorsunuz.
Ocak, Şubat, Mart aylarında hatta daha sonrasında da değişmeyen temel konu bu.
“Çözüm süreci” kapsamında BDP heyeti, Abdullah Öcalan’ı, kaldığı İmralı cezaevinde ilk kez ziyaret etmiş.
Terör örgütünce çeşitli tarihlerde kaçırılan 8 kamu görevlisinin serbest bırakıldığı Mart ayında Diyarbakır’da gerçekleştirilen Nevruz kutlamalarında, Abdullah Öcalan’ın İmralı cezaevinden gönderdiği mesaj Türkçe ve Kürtçe okunmuş.
Öcalan, terör örgütü PKK üyelerinin ülkeyi terk etmesi çağrısında bulunmuş.
“Okunmuş, bulunmuş” diye yazdığıma bakmayın, ben de oradaydım.
Zaman akıp gidiyor ve Türkiye hiçbir temel sorununu çözemiyor.
Sorunların Türkiye’yi çözdüğü bir kavşaktayız halbuki.
***
12 yıl önce de çözüm sürecinin “hediyeleri” söz konusu…
”Anadilde savunma” ve hükümlülerin cezaevinde eşleriyle görüşmesine imkân tanıyan kanun, Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanmış.
Ve….
Paket kapsamında denetimli serbestlik tedbirlerinde yapılan değişikle yaklaşık 15 bin hükümlü ve 400’e yakın ağır hasta mahkûm için tahliye yolu açılmış.
2025 mi, 2013 mü ayırt etmek çok zor.
Bu arada…
“Susurluk” davasından hükümlü eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar da denetimli serbestlik hükümlerinden yararlandırılarak bir yıl 4 gündür bulunduğu Aydın Yenipazar Cezaevinden tahliye edilmiş.
***
Nisan ayında, kamuoyunda çok konuşulan çözüm sürecinde aktif rol üstlenecek 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti açıklanmış.
Kamuoyunda ”4. Yargı Paketi” olarak bilinen, insan hakları ve ifade özgürlüğü bağlamında bazı kanunlarda değişiklik yapan kanun, nisan ayının son günü yürürlüğe girmiş.
Hep aynı film…
Sağlam bir demokrasi ve hukuk devletine dönüşmek yerine, uygulanan “havuç, sopa” yöntemi ve siyasal rant edinme kurnazlığı…
Bu anlayış Türkiye’yi perişan ediyor ama siyaset kurumunun umurunda değil.
***
Bunlara rağmen terör olayları da aralıklarla ülkeyi rahatsız etmeye devam etmiş…
Türkiye, Şubat ayında ABD’nin Ankara Büyükelçiliği ve Cilvegözü Sınır Kapısı’ndaki patlamalarla sarsılmış. DHKP-C terör örgütü mensubu Ecevit Şanlı, üzerindeki bombayı ABD Büyükelçiliğinin ziyaretçi giriş kapısı önünde patlatmış.
Olayda güvenlik görevlisi Mustafa Akarsu hayatını kaybetmiş.
Şubat ayında, Cilvegözü Sınır Kapısı’nda da bomba yüklü araç patlatılmış. Patlamada 3’ü Türk 10’u Suriyeli 13 kişi hayatını kaybetmiş, 13’ü ağır 28 kişi yaralanmış.
Türkiye, mart ayında da terör eylemlerine sahne olmuş.
AK Parti’nin Söğütözü’ndeki genel merkez binasının karşısındaki bir siteden, lav silahıyla ateş edilmiş. Saldırıda binada maddi hasar oluşmuş.
Adalet Bakanlığının Milli Müdafaa Caddesi’ndeki ziyaretçi girişine de iki el bombası atılmış. Saldırganların DHKP-C terör örgütüne üye oldukları belirlenmiş.
Mayıs ayında Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde belediye ve postane binası önünde bomba yüklü iki araç patlatılmış.
Patlamada 52 kişi hayatını kaybetmiş, 53 kişi yaralanmış.
***
Ve doğanın en değişmeyen yasası: Ölümler…
Şarkıcı Şenay Yüzbaşıoğlu, edebiyatçı Metin Kaçan, ressam Burhan Doğançay, Mehmet Ali Birand, Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, İsmet Kür ve Ferdi Özbeğen 2013 yılının ilk ayında bizi terk etmişler…
Birkaç ay sonra “Müslüm Baba” da daha 60 yaşında olmasına rağmen aramızdan ayrılmış.
***
Türkiye’nin tomografisini mi çekmek istiyorsunuz, basın tarihine bakın.
Hemen iki şeyi göreceksiniz…
Bir, öyle bir geçer ki zaman…
İki, Türkiye temelde hiç değişmez.
Önceki hafta “İspanya’yı hiç görmedim” cümlesi ile başladım. Toulouse, Barselona derken Tormesli Lazarillo adlı kitaba geldim. Kitap, Ertuğrul Önalp ve Arzu Aydonat çevirisi ile Can Yayınları’ndan çıkmış. Arka kapak tanıtım yazısından bir paragraf aktardım:
“XVI. yüzyıldaki ekonomik kriz sebebiyle İspanya’nın her köşesinde açlık ve sefalet kol gezmekteydi, bu durumun ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. İspanyol toplumundaki bu maddi ve manevi çöküntünün ortasında, 1554 yılında, sonradan pikaresk roman adı verilecek olan yeni bir anlatı türünün ilk örneği olan Tormesli Lazarillo ortaya çıktı. Din adamlarının ahlaksızlıklarına bolca yer veren bu eser, engizisyonun hışmına uğramamak için imzasız olarak basıldı.”
Buradan hareketle çevirmenlerin önsözünden alıntılar ile devam ediyorum:
“Tormesli Lazarillo 1554 yılında Burgos’ta, Anvers’te ve Alcala de Henares’te yazarı belirsiz olarak yayımlandığında edebiyatta bir devrim yarattı. (…)”
(ara not: Cervantes’in Don Kişot’u için yazım tarihi 1605 ve 1615 olarak verilir. İki bölüm halinde yazıldığı söylenir.)
“(…) O zamana kadar İspanya’da edebiyat alanında gerek kahramanları, gerekse konuları açısından ülkenin gerçeklerinden uzak, hayal ürünü birtakım çoban ve şövalye romanlarının egemenliği sözkonusuydu. (…) Ama Tormesli Lazarillo’da olay dizisi okurların yakından tanıdığı çevrede ve zaman diliminde gelişmekteydi.
Dönemin İspanyol toplumunun fertlerinin kusurlu yönlerini gözler önüne sermekteydi. Ana kahramanın alt tabakaya mensup biri olması, olayların birinci ağızdan aktarımı, eleştiri unsuru taşıması ve güncel yaşantıyı sunması gibi özelliklerinden dolayı İspanya’da modern gerçekçi romanın öncüsü olarak kabul edilecekti.”
Artık kitaptan birkaç satır vermeliyim: Beşinci Bölüm
Lazarillo’nun günahlardan arındırma belgesi satan birinin hizmetine girişi
“Talihim, karşıma beşinci efendim olarak günahların affı için papa tarafından çıkarılan belgeleri (1) satan birini çıkardı. Hayatımda onun kadar düzenbaz ve utanmaz biriyle karşılaşmadım. Hayal bile edemeyeceğiniz kadar çok belge satıyor ve bunun için de akla gelmedik hilelere başvuruyordu.
Günahlardan arındırma belgelerini tanıtmak amacıyla bir yere geldiğinde, önce o yerin rahiplerine bazı hediyeler takdim ederdi. Ama bunlar öyle değerli hediyeler değillerdi, genellikle Murcia ürünü bir marul, mevsimine göre bir-iki limon ya da portakal, bir şeftali, biraz kayısı veya armut olurdu.
Bu şekilde dim adamlarıyla iyi ilişkiler kurarak belgelerin onlar tarafından müminlere tavsiye edilmesini sağlıyor ve günahların kefareti için ödenecek parayı kolayca topluyordu.” (Tormesli Lazarillo, Can Yayınları)
*
Alıntıdaki (1) notunun açılımı şöyle: “Ortaçağ Avrupası’nda papanın neşrettiği, satın alanların öldükten sonra cennete gideceklerine inandıkları bir tür günah çıkarma belgesi.” (Çevirmenin notu)
Tanıdık, bildik, güncel bir durum. Ortaçağ geri döndü veya bu aralar bize uzak değil. İnancın zenginleşme ve kerizleme aracı olarak kullanılması insan canlısının bir yeteneği galiba. Bu yeteneğin koruyucuları, inancın sorgulanmasına cansiparene şekilde karşı durdular. Buna “sindirme” de diyebiliriz.
Mesela Tormesli Lazarillo, İspanya’da 1959 ve 2001 yıllarında iki kez sinemaya uyarlanmış. Eser aynı ama uyarlamalar farklı şeyler söylüyor. Çünkü 1959 yapımı film diktatör Franco dönemi uyarlaması ve romanın kiliseyi eleştiren bölümleri “badem” olmuş. Uçmuş, buharlaşmış.[1]
Franco, namı-ı diğer El Caudilo, yani Başkan. El Caudilo, İl Duçe ve Der Führer ayarı bir ifade.
“Lafın tamamı aptala söylenir” prensibince uzatmayacağım. Prensibi zikredişim kaba kaçtı ise özür dilerim. “Özür beni kesmez” diyenler için bkz: Fukaranın Ahı, Başar Başarır, İthaki Yayınları., s. 102.
Haftaya “İspanya’yı hiç görmedim” cümlesinin gazıyla devam edeceğim. Alişan Çapan rehberliğinde Salamanca’ya gideceğiz:
“Çaylara sakarin atılıyor, dolaptan diyabetik kurabiyeler çıkıyor, hoşsohbet teyzeler kısa sürede koyu bir muhabbete dalıyorlar, arada Carlitos’un yanaklarını mıncıklıyorlar, bana bakıp içinde Turco geçen cümleler kurup gülüyorlar. Hiçbir şey anlamama rağmen ben de gülüyorum. Ne kadar da babaanneme benziyorlar, utanmasam sizde bir Giritlilik var mı diye soracağım.” (Güle Güle Ki Tarif Edemem, Alişan Çapan, Adam Yayn.)
Selam sevgiyinen
[1] Ebru Yener Gökşenli, “Tormesli Lazarillo romanı ile eserin Franco dönemi ve sonrası film uyarlamalarının karşılaştırmalı çözümlemesi”, AÜ DTCF Dergisi
Boynunda 38’den kalma kocaman bir mavzer kurşunu taşıyan rahmetli dedeme, bir müjde veriyor edasında, “Devlet artık bizim de devletimiz oldu!” deseydim bir gün, elinden eksik etmediği asasıyla kovalardı beni en iyi ihtimalle.
Rahmetli nineme söyleseydim bunu, sunturlu Kirmançki küfürler eşliğinde sıkı bir sopa yemekten kurtulamazdım, kesin.
Rahmetli babam, muhtemelen şaka yaptığımı düşünürdü.
Ya Hasan Amcam? Rahmetli asabi biriydi ve yalan yok, bunu ona söyleyemezdim bile, korkardım.
Anama söylesem? Bana hâlâ bile her konuştuğumuzda “Olaylara karışma oğlum!” diye sıkı sıkıya nasihat eden anam, ne der acaba? Hâlâ cesaretimi toplayıp da söyleyemedim. Galiba söyleyemeyeceğim de. Ciddiye almaz; “De rehat finde! Hesse birre!”
Ablam rahatsız biraz epeydir, ona söylesem, “Wey?” der ve devam eder, “Ma ben hastayım bu halde bana şaka yapıyorsun?”
Büyüklerimiz, devletten korkarlar, çekinirler, sevmezler, devlet deyince iki adım geri çekilirler, susarlar, birbirlerine sığınır ve Hızır’dan, 12 İmamlardan, Haq’tan yardım dilerler.
“Devlet” deyince bazılarının tüyleri diken diken olur hazdan, huşudan; “Yüz yıllarca yedi düvele hükmetmiş şanlı, ulu, yüce devletimize can feda!” Ama bizim cenahta durum hayli farklı.
Çünkü “devlet” bizim büyüklerimizin hafızasında hâlâ 38’dir. Kadın, çoluk, çocuk ayırt etmeyen katliamlardır. Alçakça ayrımcılıktır. Malatya’da, Elazığ’da, Maraş’ta yaşadığı vahşettir. Çorum’dur, Madımak’tır. Kapısına kocaman X işaretleri yazılmasıdır. Haksızlıktır. Adaletsizliktir. Zulümdür. Zorbalıktır. Her an korkuyla, endişeyle, tedirginlikle yaşamaktır. Devlet, bize safi kötülüktür…
Bu, sadece Alevilerin, Kürt Alevilerinin canlı hafızası değil, varlığını Türk varlığına (siz “devlet” anlayın) armağan etmiş ar, namus, şeref yoksunu olanlar hariç bütün Kürtlerin yaşayan hafızasıdır. Canlı ve yaşayan hafıza diyorum, çünkü “sorun” tarihin geçmiş zamanlarında kalmış bir sorun değil. 80’ler, 90’lar hatırlanması güç, geçmiş ve günümüzden çok uzak tarihler değil; 2000’li yıllar da öyle. “Hendek” diye, “Kobani” diye yüzlerce Kürdün hayatını kaybettiği “olayları” unutmak için 5 sene, 10 sene herhalde çok uzun zaman dilimleri olmasa gerek?
Faili meçhuller, “kayıplar” ve daha nice bir şekilde devletin fail olduğu insanlık suçları… Uzatmayayım… Bunlar orta yerde dururken, hiçbir soru ve sorun cevabını, çözümünü bulmamışken, devlet hiç değilse kendi payına resmen ve alenen özür bile dilememiş, sorunu havale ettiği bir komisyon kurmaya bile gerek görmemişken… Misal, ben Fadime Anaya nasıl diyeyim, “devlet, devletimiz oldu” diye? Hanım Ablaya nasıl diyeyim? Besna’ya, Berkin’in annesine, babasına, Gamze’ye, İkbal Ablaya, Faruk’a… Nasıl diyeyim?
(Bir de şu var. Merak işte… Başlattıkları tarihte eşi benzeri görülmemiş “devrimci halk savaşı” binlerce insanın hayatına mal olarak “fiyasko” ile sonuçlanınca utanıp arlanmadan “Devletin bu kadar gaddar olabileceğini hesaba katmamıştık” diyenler aynı arsızlıkla ağız değiştirip “devletimiz” derler mi acaba?)
Sorun “bizde” mi sizce?
“Devlet, Kürtlerin de devletidir. Kürtler, Türk Milletinin ayrılmaz bir parçasıdır. Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir,” kafasında olanlara soracak olsanız, “Tabii ki!” derler seslerini yükseltip parmak da sallayarak, “Yüzünüze gözünüze dürsün!”
Nedir yüzümüze gözümüze dürmesi gereken? Bu kez cevap başka yerden geliyor; “Ulus devlet istemiyoruz, tarihi geçti, miadı doldu o işin. Siyasi, idari, hatta kültüralist haklara filan da gerek yok!”
Oldu. Oldu mu? Olur mu?
***
Bazılarının işine gelebilir ama hiç değilse barışın anlamını, önemini, hayatiyetini bilenler elmalarla armutları birbirine karıştırmama konusunda daha dikkatli, hassas ve özenli olmak durumundadır diye düşünüyorum: Örgütün silah bırakması, halkın artık taşımak istemediği bir yük haline gelen silahlı mücadele, “devrimci halk savaşı”, şiddet (vb) yol, yöntem ve kafasından, dayatmasından vazgeçilmesi gereklidir.
Ama bu adımları atmış olmak “barış oldu” demek değildir, “devlet, devletimiz oldu” demek de olmadığı gibi. Bu adımları atmış olmak, barış ve demokratik haklar için siyasi ve barışçıl mücadele araç ve imkânlarını esas almak demektir. Dolayısıyla durduk yere devlet “devletimiz” olmaz!
Gayet açık ve anlaşılır olsa gerek… En azından naçizane benim bakış açım ve anlayışım, bu.
Devletle kucaklaşan kucaklaşsın, bütünleşen bütünleşsin, “devletimiz” diyen desin. Kimse kimsenin elini, kolunu tutacak, ağzını kapatacak, zihnine ipotek koyacak değil. Herkesin kararı, tercihi kendine. Ama kimse de kendi tercihini kimseye dayatmamalıdır. Kim kendini ne sanıyorsa kendi sorunudur; kendi tercihi dışında görüşleri “bastırmak” ise kimsenin haddi, hududu, hukuku veya “yetkisi” dahilinde olan bir şey değildir. Çünkü Kürtler –veya herhangi bir halk– kimsenin aşireti, marabası, müridi veya “ordusu” değildir.
Devlet hiç mi “devletimiz” olmayacak peki? İmkânsız değil. Başka gündemler ağır basmazsa bu soruya cevabımı haftaya vereceğim.
Haftanın sözü bir Dersim atasözü olsun: Hesirê çiman ra aqil bigire (Gözyaşlarından akıl al manasında).
Yeşil Kuşak’tan Şer Ekseni’ne
ABD’nin Orta Doğu’ya dair planları bugün başlamadı. Tek kutuplu hegemonyasını tehdit eden, tehlikeli bulduğu, denetleyemediği tüm ülkeleri düşman bellemek ve yarattığı bu düşmanlara karşı doktrinler hazırlayıp politika üretmek, klasik bir ABD stratejisidir.
Soğuk savaş dönemindeki Yeşil Kuşak projesi bilinir. Bu projeyle ABD, Orta Doğu’daki olası komünizm tehlikesine karşı İslam’ı kullanmaya başlamış, 1980’lerden itibaren radikal cihatçı terör, ABD eliyle Orta Doğu’da palazlandırılmıştır. Ülke yönetimlerinde ılımlı İslam’ı tercih eden ABD, radikal cihatçı unsurları ise her daim yedekte tutup beslemeye devam etmiştir.
Tabii zaman içinde radikal cihatçı unsurların ABD’nin denetiminden de çıktığını, hatta ABD’yi hedef aldığını veya işgal ettiği topraklarda “işgale karşı direniş” adı altında var olduklarını hep birlikte gördük.
Sosyalizm tehlikesi bertaraf edildikten sonra 2002’de George W. Bush, yeni düşmanı Şer Ekseni olarak açıkladı. Bu eksende yer alan Kuzey Kore, Irak ve İran şeytanlarına, sonrasında Suriye ve Libya da eklendi. ABD bu ülkelerde nükleer silah üretildiğini iddia ediyor ve ülke yönetimlerini, dünyadaki ABD hegemonyasına tehdit olarak görüyordu.
Velhasıl 1990 ve 1998’de gerçekleşen ABD’nin Irak operasyonlarıyla 2001 Afganistan işgali, bu planların parçalarıydı.
2003’teki Irak işgaliyle birlikte Irak artık şeytan olmaktan çıktı. Ardından 2011’de gerçekleşen Libya müdahalesiyle Kaddafi’den de kurtuldu ABD. Tabii geçen sene itibarıyla artık Suriye ve Esad’la da işi bitti.
Ve Şer Ekseni’nden geriye sadece İran kaldı.
Dünyadaki diğer kutbu oluşturan Rusya, Çin ve İran bloğu, ABD’nin tehdidi altındaydı. Putin’le herhangi bir direkt savaş öngörmeyen ABD; Çin ve İran’ı ise açıkça hedef alıyordu.
Türkiye barış süreci
Bugün ABD’nin Orta Doğu’da oluşmasını istediği düzen, Türkiye’nin ve Kürtlerin barışması, bu vesileyle Türkiye, İsrail ve Kürtler gibi müttefiklerinin birleşerek güçlenmesi. Bu sistem, İran’ı rahatlıkla hedef alma planının da bir parçası.
Her aktörün kafasında kendi planları olsa da ve bizler bunu bilsek de Türkiye’de yürütülmeye çalışılan barış süreci, Türk ve Kürt halklarının lehine olacağından, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlayacağından elbette olumlu bir adım olarak değerlendirilmeli. Fakat ABD’nin barış havarisi olmadığı, tersine kendi çıkar ve planlarının peşinde koştuğu ise muhakkak.
Hep aynı senaryo
Nihayetinde 13 Haziran Cuma günü İran’a yönelik İsrail saldırısı başladı. ABD’nin İran’a yönelttiği suçlama, nükleer silah çalışmaları yapmalarıydı. Bu iddia, 2003 Irak işgali öncesinde Saddam için de söylenmiş fakat işgalden sonra Irak’ta hiçbir nükleer tesis bulunamamıştı. Bugün aynı senaryo, İran için gündemde. Hatta ABD ve İran arasında bu kapsamda görüşmeler sürerken, İsrail görüşmelerin bitmesini dahi beklemeden İran’ı vurdu.
İran bu defa direndi
İran, geçen sene Suriye’deki İran büyükelçiliğine saldırı düzenleyerek, biri tuğgeneral olmak üzere 16 kişiyi öldüren İsrail’e gereken cevabı verememiş, çeşitli hesaplar ve kaygılarla nereye, nasıl saldıracağını dahi öncesinde ABD’ye bildirerek misilleme yapmıştı.
Yine benzeri bir pısırıklıkla karşılaşacağını düşünen ABD ve İsrail, bu defa yanıldı zira İran, durumun ciddiyetini görerek, neredeyse ölüm kalım mücadelesindeymişçesine İsrail’e karşılık verdi.
Cuma gününden bu yana füzeler havada uçuşuyor, siviller ölüyor. Gerek İsrail gerekse de İran, tehdit salvolarının dozunu da git gide artırıyor.
ABD açık oynamaya başladı
Her ne kadar ABD, İsrail saldırısının bilgisi dışında geliştiğini belirtse de gerçekler pek öyle değil. Zira İran, 1980’den bu yana ABD’nin baş hedeflerinden biri ve ABD, İran’a saldırarak köşeye sıkıştırmak üzere aylardır Orta Doğu’yu dizayn ediyor.
İran’ın bu denli güçlü direneceğini ve misilleme yapacağını öngöremeyen ABD, İsrail’in zayiatları üzerine artık taktiği bir yana bırakıp açık açık konuşmaya başladı. Hatta Trump, İsrail’in saldırılarını “biz” diyerek sahipleniyor, “şurayı ele geçirdik” vs şeklinde açıklamalar yapıyor halen.
Dün itibarıyla ise başına bir MAGA şapkası geçiren Trump, artık görüşmelerden sıkıldığını, İran’ın koşulsuz şartsız teslimiyetini istediğini, ateşkesin çözüm olmadığını, bu işin nihayetlenmesi gerektiğini ve İsrail’le birlikte hareket ettiklerini söyledi. Yanı sıra ABD, üçüncü uçak gemisini de İsrail’e destek için Orta Doğu’ya gönderdi. Gemiler, Doğu Akdeniz’e konuşlanacak.
Gelinen aşamada ABD’nin İran’a saldırması an meselesi. İran ise geri adım atmıyor ki yaşanan saldırılardan ve teslimiyet dayatan aşağılayıcı söylemlerden sonra bu artık mümkün değil.
Rusya ve Çin
Rusya, Ukrayna savaşıyla oldukça meşgul olduğundan, bu savaş konusunda Trump’ın arabuluculuğunu kabul ettiğinden ve aynı zamanda Putin ve Trump ilişkisinin “iyi” olmasından kaynaklı, İran gibi önemli bir müttefikine açık destek vermek yerine Trump’a, arabuluculuk yapmayı önerdi. Perde arkasında İran’a nasıl bir destek verdiği, hangi mühimmatları gönderdiği ise belirsizliğini koruyor.
Aynı şekilde ABD’nin ekonomik saldırısı altındaki Çin de müttefiki İran’a muhtemelen perde arkasından destek veriyor.
Bu tablo, yani Rusya ve Çin’in müttefiklerini açık desteklemek yerine gizli tavır almaları dahi aslında ABD’nin başarısıdır.
Türkiye’yi bekleyen tehlike
Bugün Orta Doğu’da ABD politikaları ve İsrail’in tetikçiliğiyle başlayan yangında, iki tarafa da aynı muamele yapılamaz zira saldırıyı başlatan taraf açıkça İsrail’dir, haliyle ilk durması gereken de yine odur. Ancak İsrail durduktan veya durdurulduktan sonra tekrar masaya dönülebilir.
Lakin İsrail’in durmaya, ABD’nin ise durdurmaya niyeti yok zira füzeleriyle demir kubbeyi demir kevgire çevirmiş olan İran’ın elinde, sınırlı sayıda füze bulunduğu pek çok açık kaynakta yer alıyor.
ABD, Irak ve Afganistan işgallerinde bataklığa saplandıktan sonra kara harekâtı taktiklerinden vazgeçmiş, bölgedeki ittifak güçlerini sahaya sürerek askerî ve siyasi olarak onları destekleme tavrını benimsemişti. Lakin havadan müdahaleleri her zaman söz konusu.
Öte yandan Orta Doğu’daki ABD üsleri, demir kubbenin aksine İran için gayet rahat ve açık hedefler. Nitekim ABD, İran’a fiili saldırıya başladığında-ki an meselesi, İran’ın bölgedeki ABD üslerini vurması da kaçınılmaz.
Peki, o koşullarda Türkiye’deki ABD üsleri ne olacak? Belirsiz. Özellikle Adana, Malatya ve İzmir’deki büyük üsler, ABD’ye cevap vermek isteyen İran için öncelikli hedefler durumunda. Aynı zamanda İsrail, savaşın kaosunda etkinliğini artırmak istediği Suriye’deki Türkiye üslerini rahatlıkla vuracaktır.
Erdoğan her ne kadar İHA’lar ve SİHA’lardan bahsedip, Kaan uçaklarına vurgu yapsa da biliyoruz ki füze savaşlarında bunların zerre kadar etkisi olmayacak.
Kısaca tehdit sadece İran ve İsrail halkı için değil, tüm Orta Doğu halkları ve Türkiye için de gittikçe büyüyor.
Diplomasinin öncelenmesi ve başta Trump olmak üzere çeşitli liderlerle telefon diplomasisi sürdürülmesi önemli adımlar olmakla birlikte, herhangi bir sonuç vermediği açık.
ABD’nin İsrail’i durdurması veya fiili savaşa girmesinin engellenmesi için Türkiye’deki ABD üslerini, halkın can güvenliği tehlikesi nedeniyle geçici olarak kapatmak, daha etkili bir adım olacaktır. Zira ABD saldırdığında, İran’ın kontrollü davranmasını beklemek saflık olur.
S-400’ler aktif mi?
ABD’nin Türkiye’ye Patriot savunma sistemi satmaması üzerine, Rusya’dan alınan S-400’ler, ABD ile görüşmeler sonrasında bir süre hangarlarda bekletilmiş, kullanılmamıştı. Zira S-400 alınması nedeniyle ABD, parası ödenen F-35 uçaklarını dahi Türkiye’ye vermemişti.
Suriye’deki gelişmeler ve barış süreci üzerine yapılan görüşmelerle birlikte ABD, Türkiye’ye F-35’leri vereceğini vadetmesine rağmen şimdilik herhangi bir adım atılmadı.
S-400’lere ilişkin ulaştığım bilgilere göre hava koruma sistemi, bir süre önce Türkiye’de kullanılmaya başlandı. Şu anda belirli bölgelerde kurulu durumdalar.
Fakat S-400’lerin balistik füzeler karşısındaki caydırıcılığı hakkında, henüz hiçbir fikrimiz yok.
İsrail’in hedefi Türkiye mi?
Son günlerde pek çok siyasetçinin söylediği “İsrail’in sonraki hedefi Türkiye” ve “İsrail bu saldırıyı Filistin gündemini kapatmak için yaptı.” değerlendirmeleri ise gayet soyut ve mesnetsiz.
İsrail ve Türkiye’nin birbirinden hazzetmediği, sürekli karşılıklı gard aldıkları ya da Suriye’de etki alanı mücadelesi verdikleri, bilinen gerçekler. Lakin altını çizelim, Türkiye’nin konumu da İran gibi değil.
Öncelikle Türkiye, ABD’nin düşmanı veya hedefi değil, müttefikidir ve NATO üyesidir. Dolayısıyla İran’a saldırırken ABD’den onay alan İsrail, Türkiye için aynı onayı alamaz.
Savaş, “Filistin gündemini kapatmak” için de çıkarılmamıştır zira aylardır hem ABD hem de İsrail tarafından, İran hakkında planlar yapılmaktadır. Dolayısıyla yaşananları, tek başına Filistin gündemiyle değerlendirmek, olağanüstü dar bir bakış açısıdır.
Asıl konuşulması gereken; ABD’nin, İran’daki nükleer yatakları vuracağını sürekli vurgulaması, tehdit gerçekleşirse yaşanacak bir nükleer sızıntının, İran’a komşu tüm Orta Doğu halkları için ölüm anlamına gelmesidir. Çernobil sızıntısının etkileri henüz hafızalardayken, İran’dan havaya, suya, toprağa yayılan bir nükleer sızıntınım sonuçlarını tahmin etmek zor değil.
Emperyalizmi bilmek şart
Görüyoruz ki aslında İran’la İsrail savaşmıyor, İsrail sadece üzerine düşeni yapıyor ve bu vesileyle Orta Doğu’daki etki alanını da kendi lehine genişletmeye, güçlendirmeye çalışıyor. Savaşın başındaki patron ise ABD.
Durum buyken İran’ın direnişi ve misillemesi elbette meşrudur. Fakat maalesef bu yangının tüm bölgeyi sarması, hatta küreselleşmesi de şaşırtıcı olmaz.
Gerek Avrupa gerek uluslararası kuruluşlarla insan hakları kurumları da bu kadar tepkisiz ve sessizken diyebiliriz ki; şu an İran’ın direnişi dışında, İsrail’in önü otoban gibi açıktır. Orta Doğu halklarının kaderi ise ne zaman ne yapacağı belli olmayan MAGA’cı Trump’ın insafına kalmış durumdadır.
Şimdi, emperyalizm okuması yapmayan, yakın tarihi araştırmayan, temel çelişki/baş çelişki ayrımından bihaber tüm kişi ve kurumlar, yanılmaya mahkumlar.
Bugün emperyalizm tahlili yapamayanlar açısından, İsrail saldırganlığına karşı çıkmak, İran’ın haklı konumda olduğunu söylemek ve ABD’yle İsrail’in yapabileceklerinin Orta Doğu halkları için tehdit oluşturduğunu belirtmek, olağanüstü bir darlıkla “mollaları desteklemek” şeklinde algılanabiliyor. Oysa 2001 Afganistan, 2003 Irak işgaline karşı çıkanlar ve ABD müdahalesini eleştirenler ne Saddam’ın ne de Kaddafi’nin kanlı diktatörlüğünü destekliyordu. Sadece temel çelişki ve baş çelişkinin farkındaydılar.
Bu nedenle, Yeşil Kuşak’tan Şer Ekseni’ne evrilen ve açık kara işgallerinden bölgedeki müttefikleri öne sürmeye dönüşen ABD politikalarını hatırlamanın tam zamanı.
Zira bugün ABD’nin müttefiki olanların, yarın farklı bir plan devreye girdiğinde aynı ABD tarafından geriye itileceklerini, ABD’nin asla tek ata oynamadığını bilmeleri şart.
ABD’nin okyanus ötesinden kurguladığı savaş, tüm Orta Doğu halklarına kan, gözyaşı ve ölüm getirmeye devam ediyor. Bu yangından ne Türkiye ne de diğer Orta Doğu ülkeleri kurtulabilir. Ya İran’ın ya da İsrail’in hedefi olmak ise an meselesi. Bu noktada füzelerin ve füzelerle baş edecek hava savunma gücün yoksa çok dikkatli olmalısın ne ABD’ye biat etmeli ne de gerçekleri söylemekten vazgeçmelisin.
Basın Tarihi treni bu hafta zaman ve mekân değiştirmek zorunda kaldı.
Yer İtalya, zaman ise günümüz.
Neden mi?
İtalyan medyasında bize yaşayıp gördüğümüz bir filmi hatırlatacak ilginç olaylar yaşanıyor olması…
Basın özgürlüğünün gittikçe artan bir şiddetle boğazının sıkılması.
***
İlk alarmlar geçen sene gelmeye başladı.
Geçen yıl Nisan ayında bir hafta içinde ikinci kez İtalya’nın ikinci büyük haber ajansı İtalyan Haber Ajansı (AGI) çalışanları greve gitti.
Çünkü ajansın sağcı bir milletvekiline satılacağına dair haberler yayılmıştı. Bu satışı engellemek istiyorlardı.
***
AGI, 1950 yılında bir gazeteci ve bir avukat tarafından kurulmuştu.
Başlangıçta uluslararası haberlere odaklanan kuruluş, 1967’de İtalyan devletinin sermayesinin %30’una sahip olduğu hidrokarbon devi ENI grubu tarafından satın alındı.
Sicilya’dan Lombardiya’ya kadar uzanan dokuz bölge ofisine ek olarak Brüksel’de bir ofis açtı.
Eski Başbakan ve Hıristiyan Demokrat Parti Başkanı Aldo Moro’nun 16 Mart 1978’de Kızıl Tugaylar tarafından kaçırıldığını duyuran ilk kuruluş oldu.
***
Geçen yıl AGI ajansının çalışanları, ajansın, sağcı milletvekili Antonio Angelucci’nin sahip olduğu medya kuruluşuna katılmasından endişe ederek, bu satışı önlemek için greve gitmişti.
Potansiyel alıcının profili biliniyor.
Servetini bankacılık sektöründe ve daha sonra özel klinikler satın alarak yapmış…
Son yıllarda medyaya olan iştahı kabarmış.
Il Giornale gazetesinin sahibi.
2016’da Roma’nın günlük gazetesi Il Tempo’yu da satın aldı.Sağcı Libero gazetesi de onun.
Kısacası medya yatırımlarını kendi çıkarlarını desteklemenin etkili bir yolu olarak görüyor.
***
Antonio Angelucci, 2008’den beri de parlamento üyesi.
Son bir buçuk yıldır da, iktidar koalisyonundaki güçlerden biri olan Matteo Salvini’nin aşırı sağcı partisi League’in üyesi.
AGI ajansının sahibi olan ENI grubunun çoğunluk hisselerini elinde tutan Ekonomi Bakanlığı’nın başında ise Angelucci ile aynı partiden olan Giancarlo Giorgetti var.
Muhalefet ve sendikalar, ajansın “dostlar” arasındaki bir alışverişle el değiştireceğinden endişe ediyorlardı.
Xxxxxx
Bu satış girişimi geçen yıl İtalya’da ciddi tartışmalara yol açtı.
En çok sorulan soru “Satış gerçekleşirse, ajansın her zaman övündüğü editoryal özgürlüğü nasıl garanti altına alınabilir?” oldu.
AGI’nin Angelucci’ye olası satışı, İtalyan medya ortamında benzeri görülmemiş bir emsal teşkil edecekti.
Eski bir gazeteci olan Sandro Ruotolo’ya göre ajansın aşırı sağcı bir parlamentere satışı, Meloni hükümetinin medya üzerindeki boğucu hakimiyetinin bir başka işareti olacaktı.
Ruotolo, “AGI’nin hükümet yanlısı bir gazete patronuna satıldığını nasıl hayal edebiliriz? Bilgi özgürlüğü, Avrupa düzeyine taşınması gereken bir konudur,” diyordu.
***
Servetini neredeyse tamamen kamu harcamalarından, sağlık sektöründen elde eden 80 yaşındaki milletvekili Angelucci, Başbakan Giorgia Meloni’nin sağcı ve aşırı sağcı hükümetinin büyük bir destekçisi olmasına rağmen AGI’yi satın almayı başaramadı.
Ajansın çalışanlarının karşı çıktığı satış gerçekleşmedi.
Ancak Angelucci’nin ısrarlı girişimi, medyada özel, kamusal, siyasi ve ideolojik çıkarların örtüşmesi konusunu gündeme getirdi.
Parlamento üyesi olan bir medya imparatorunun bitmeyen hırsları tartışmaları yeniden alevlendi.
Antonio Angelucci’nin hedefinin “kamuoyunun anlatısını şekillendirebilecek bir ‘İtalyan Fox Haberleri’ yaratarak hükümet yanlısı bir medya ekosistemi inşa etmek” olduğuna dair kanaat yaygınlaştı.
Muhafazakâr bir medya imparatorluğu çabalarına tepki biraz daha arttı.
***
Bu tepkilerin büyümesinin bir başka nedeni de İtalya’da Giorgia Meloni hükümetinin medyaya ve gazetecilere yönelik baskıcı tavrı.
2024’te Avrupa Basın ve Medya Özgürlüğü Merkezi, İtalya’da yasal şikayetler veya kısıtlayıcı düzenlemelerin kabulüyle ilgili 157 olay kaydetti.
Giorgia Meloni’nin iktidara geldiği 2022 yılında, benzeri 46 olay kaydedilmişti.
2024 basın özgürlüğü endeksinde İtalya beş sıra geriledi.
***
İtalyan gazetecilerine göre “Neofaşizmin varisi olan Giorgia Meloni komplolara takıntılı”…
Örneğin kendisini, belirli gazetecilerle özdeşleştirdiği “düşman güçler” tarafından kuşatılmış olarak görüyor.
Cumhuriyetçi İtalya’nın önemli bir kurumu olan kamu yayıncısı RAI’nin yönetimini ve yayınlarını değiştirmek için uğraşıyor.
Meloni, iktidara geldiğinden beri hükümetle bağdaşmayan önemli isimleri RAI’den ayrılmaya zorlamak ve sansür uygulamak suçlamalarıyla karşı karşıya.
***
Medya alanında İtalya’da skandallar skandalları kovalıyor.
Son olarak İtalya hükümetinin muhalif gazetecilerin telefonlarını dinlettiği iddiaları ortalığı karıştırdı.
Olup bitenleri somutlaştıran bir başka olay ise ilerici gazete Domani’nin yaşadıkları…
Yayımladığı haberler nedeniyle Giorgia Meloni’nin kendisi de dahil olmak üzere hükümetin yedi üyesi tarafından dava edildi.
Daha vahim olaylar da var…
Bunlardan biri, 2023’ün başlarında, polislerin Domani gazetesinin yazı işlerine girerek, Çalışma Bakanı Claudio Durigon hakkındaki bir makaleyi “ele geçirmeye” çalışması….
Baskıcı rejimlerin çıldırdığı bir dönemde yaşıyoruz.
***
Otoriter, baskıcı, sansürcü, güce dayalı, korkutmayı hedefleyen bir karanlık suratın canım İtalya’da fazla ısrarcı bir şekilde ortaya çıkması üzerine Basın Tarihi, Orta Doğu’daki geçmişe yönelik seyahatinde makas değiştirdi.
Neo-Mussolini ruhunun peşine düştü…
Çünkü dünyanın her yerinde ortaya çıkan bu faşizm hortlağı sadece bir ülkenin, bir bölgenin değil, bütün insanların düşmanı.
Bir önceki yazı şöyle bitiyordu: “Haftaya becerebilirsem ilişikteki isimler aracılığı ile İspanya’da dolaşacağım: Manuel Vázquez Montalbán (Merkez Komitesinde Cinayet), Eduardo Mendoza (Zeytinli Labirent, Genç Kızlar Labirentinin Esrarı), Miguel de Cervantes (Tormesli Lazarillo).”
İspanya’yı hiç görmedim. Bir keresinde Güneybatı Fransa-Toulouse üzerinden İspanya sınırına, hatta Barcelona’ya çok yaklaştım. Barcelona merakımın derin olduğu yıllardı. Barcelona şehrinin gündeliğine, o gündeliğin detaylarına bakan bir belgesel izlemiştim. (Bir arkadaşım VHS veya BETA kaset olarak yurtdışından getirmişti.) Belgesel, şehirden insan portreleri sunuyordu.
Limanda “iş tutan” 18-19 yaşlarında büyük beden bir sarışın. (2024 yazında Türkiye’de, Katalan bir genç adamla tanıştım. Sarışını tanıyordu.)
Gay çift. Çiftlerden biri illüstratör. Çizgi romanları var. Hikâyeleri gay barlarda geçiyor. Bar’da siyah deri pantolonlu, kaslı adamlar takılıyorlar. Kadın yok.
Sabahın sakin vakitlerinde patenleri ile şehri dolaşan bir adam. Onun da hikâyesi var, anlatıyor bir şeyler.
Genç bir berber. Müşterilerin kesilmiş saçlarını toplayıp heykelimsi kütleler yapıyor.
Mimar Gaudi’nin eseri veya şaheseri La Sagrada Familia adlı bina ve binada yaşayan bir kadının anlattıkları.
Küçük bir sahnede gösteri sunan travestinin gösterisi ve anlattıkları.
Çok katlı bir binanın terasında rüzgâr altında yapılan bir kayıt. Kameraya konuşan adamda siyah ceket, beyaz gömlek, siyah kravat. Rüzgâr saçlarını ve kravatını savuruyor. “Barselona’yı çok seviyorum. Bu nedenle ondan uzakta yaşıyorum. Böylece onu görmeye gelebiliyorum” diyor. Ardından garip bir gülüş… Çatlak bence. Tatlı bir çatlak.
Kamera arkasındakiler kayıt sonunda tek bir soru soruyorlardı: “İspanyol musun, Katalan mı?” Bazıları “dünya vatandaşıyım” diye cevaplıyordu.
Barselona sınırın birkaç saat ötesindeydi, ben berisinde Toulouse’daydım. İstanbul’da tanıştığım, bir hafta boyunca yoğun bir ilişki yaşadığım Türkiyeli bir kadının peşinden gelmiştim. Kadın gelirken yorganını getirmemi istemişti. – ilk uyarı sinyali idi ama gözüm kördü. Yorganın ağırlığı, İstanbul havaalanında bagaj hakkımı aşmıştı. Çok para ödemem gerekiyordu. Yer hosteslerinden biri tanıdıktı. Bir aşkın peşinden gittiğimi öğrenince hayatımı kolaylaştırdılar.
Kadınlar aşk kelimesini bir kavram olarak sadece kulaklarıyla algılamıyorlar. Kan dolaşımları ile hissedebiliyorlar. (Bütün kadınlar değil. Genellemeler hataya müsait yaklaşımlardır.) İstisnalar dışında erkekler ise gereksiz duygulanım olarak bakarlar. Bazıları durumu kendi kırıklıkları, biriktirdikleri üzerinden algıladıkları için böyledirler.
“Sevememek biraz yorgunluktandır.” (Gülten Akın)
Neyse, yorgan ile Touluse’a vardım. Meğer kadının Toulouse’da bir sevgilisi, ilişkisi, bağlantısı veya takıldığı biri varmış. Hatta adamı gördüm. Kadının evinde bizi ziyarete geldi. Neticede hepimiz medeni insanlarız ama ben bu ikisini bıçaklayamayacağıma göre gidip Toulouse-Barselona tren tarifelerine baktım. Param yetmedi, gidemedim. Bir yolunu bulup Türkiye’ye döndüm.
*
Bende yıl hafızası zayıftır ama sanırım 1990’lı yıllardan söz ediyorum. Montalbán ve Mendoza’yı da galiba o yıllarda okumuştum. (Remzi Kitabevi, Mendoza kitaplarını Hüseyin Boysan çevirisi ile 2000 senesinde basmış.) Sanki o yıllarda İspanyol edebiyatının Türkçeye çevirileri hızlanmıştı. Veya bana öyle geliyor.
Manuel Vázquez Montalbán’ın Merkez Komitesinde Cinayet’inden pek bir şey hatırlamıyorum. “Birileri bir cinayetin izini sürüyordu” diyebilirim. Bu cevabım Woody Allen’ın hızlı okuma kurslarına gittikten sonra Anna Karenina okuyup verdiği cevaba benziyor: “Olay Rusya’da geçiyordu.”

Manuel Vazquez Montalban
Mendoza’nın romanları sürükleyici idi. İlginç bir dedektif karakteri vardı. İkide bir yemek yapıyordu. Kitabı okurken iştahım açılıyordu, kalkıp birşeyler hazırlıyordum.
*
Cervantes’i Don Kişot’u ile biliriz. Bir de Osmanlı’ya esir düşmüşlüğü ile. Bu nedenle ben daha az bilinir olan Tormesli Lazarillo’dan söz edeceğim. Daha doğrusu ona değineceğim. Elimde, Ertuğrul Önalp ve Arzu Aydonat çevirisi ile Can Yayınları’ndan çıkmış bir kitabı var. Arka kapak tanıtım yazısından bir paragraf aktarıyorum:
“XVI. yüzyıldaki ekonomik kriz sebebiyle İspanya’nın her köşesinde açlık ve sefalet kol gezmekteydi, bu durumun ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirmesi kaçınılmazdı. İspanyol toplumundaki bu maddi ve manevi çöküntünün ortasında, 1554 yılında, sonradan pikaresk roman adı verilecek olan yeni bir anlatı türünün ilk örneği olan Tormesli Lazarillo ortaya çıktı. Din adamlarının ahlaksızlıklarına bolca yer veren bu eser, engizisyonun hışmına uğramamak için imzasız olarak basıldı.”
Haftaya çevirmenlerin önsözü ile devam etmeyi düşünüyorum. Emin değilim. Belki Cervantes, Don Kişot’a veya Barselona’ya dönebilirim. Belki de şehre bir film gelir.
Selam sevgi ile
“Yüzleşme” konusunda çalışmalarımı ve genel olarak duyarlılığımı bilen arkadaşlarımdan soranlar oldu ve oluyor; “yüzleşmeden barış olur mu?” diye… Barış ve yüzleşme, kuşkusuz ki birbiriyle çok yakından bağlantılı kavramlar, süreçler.
Malum; “Barış” deyince herkesin bundan anladığı, kafasından veya gönlünden geçen, birbiriyle alakasız olmasa bile, aynı değil. Misal, görünen haliyle iktidar koalisyonunun, daha yerinde bir deyişle devletin bu kavrama yüklediği anlam, “Terörsüz Türkiye.” “Barış” bile demiyorlar. PKK kendini feshetsin, silahlarını teslim etsin, “sorun” çözülür. Sonrasında, teşbihte hata olmaz, devlet de eşek değil ya, yapar bir şeyler. Misal, “umut hakkı” tanır bir zamanlar adı “bebek katili, bölücübaşı” gibi sıfatlar kullanılmadan anılamayan Öcalan’a.
Kimi ultraulusalcı ve ulusolcu çevrelere göre “barış” dediğin AKP ve Erdoğan devrilsin de nasıl devrilirse devrilsin durumudur. Sonrasına bakılır. Mevcut “süreç” ise zaten barış filan değil bir oyun, bir tuzak, AKP’nin ömrünü uzatmak amaçlı bir emperyalizm planıdır ve “uyanık” olmak gerekmektedir, çünkü “plan” tıkır tıkır işlemektedir. Bunlara silah, şiddet, acı, gözyaşı hatırlatması yaptığınızda, “Dersim 38’de analar ağlamasın denildi mi?” dememek için kendilerini zor tutuyorlar (bazıları kendini tutma gereği duymadan diyor da).
Bu ultraulusalcı ve diğerlerine inat, bu ara bağımsız, birleşik, müreffeh Kürdistan ülküsüne bağlılıklarını (!) tazeleyen kimi Kürt milliyetçileri de “süreçten” rahatsız. “Tamam PKK kendini feshetsin ama bijî bağımsız birleşik Kürdistan!” tutumuyla gündeme gelmeye çalışıyorlar. Bağlı oldukları ülkü hayli iddialı ama açıkçası bunun için bazı istisnaî örnekler bir yana kayda değer bir çaba gösterdikleri gösterecekleri de yok. Slogan atmak daha kolay…
Bazı lafta radikal, “ultradevrimci” çevrelere göre ise zaten “barış” diye bir şey yok, olmaz ve de olmamalı; Tek yol devrim! Reformizme geçit yok!
Neyse. Hiçbir şey olması gerektiği gibi cereyan ediyor olmasa da, cenaze kaldırmamak bile herkes ve bütün taraflar adına bir kazanımdır, iyidir ve gerisini getirmek, paylaşmak, omuzlamak gereken bir sorumluluk ve demokrasi mücadelesi konusudur.
Mevzu barış ya da barış ihtimali ise ve bu sözcüğün anlamını bilmekle kalmayıp iliklerine değin hissediyorsan, ister istemez edeceğin lafı kırk kere düşünüyorsun öncesinde. Soranlara öncelikle bunu anlatmaya çalıştım. Anlayan oldu, “ama yani…” diye cevabımı tatmin edici bulmayanlar da… Bazı şeylerin anlamının yerli yerine oturması ister istemez zaman gerekiyor…
Benzer bir “merak” PKK lideri Abdullah Öcalan’ın örgütün kendini feshetme kararı aldığı 12. Kongresine ilettiği “persepektifleri” için de söz konusu: “Ne diyorsun heval?” diyene yarı şaka yarı ciddi, “Ne diyeyim heval?” diye yanıt veriyorum. “Marksizm filan, o mevzulardan sen anlarsın!” şeklinde cevaplar alıyorum bu sefer de. Soruya soruyla karşılık vererek cevabını öteleme “taktiğim” boşa çıkıyor yani.
Hapishanede bir arkadaş vardı, Bursa’da. Yanıt veremediği veya vermek istemediği bir soruyla, sorunla karşılaştığında, “Her şeyin bir şeyi var heval” derdi. Öyle yani; Her şeyin bir şeyi var…
Neyi var? Zamanı var mesela. Hâlâ barış olasılığından bile tüyleri diken diken olanlar olduğunu unutmamak lazım düşüncesi var. Sorun silah, şiddet, ölüm, kalım zemininden çıkarılsın da hele, beklentisi var. Her şeyin bir şeyi var cümlesindeki “şey” aslında çok şey ifade ediyor görüldüğü gibi, tıpkı “neyse” gibi, o kadar da hafife almamak lazım.
***
Kalıcı, nihai ve onurlu bir barış; iktidar koalisyonunun “terörsüz Türkiye” dedikleri durum; örgütün kendini feshetmesi, silahlarını teslim etmesi ve bunun karşılığında devletin de Öcalan’a “umut hakkı” tanıması demek değildir. Kaldı ki hala siyasi bir genel af ilan etmenin, onu da geçtim hasta mahpusları serbest bırakmanın lafını bile etmiyorlar.
Yineleyip durmaktan dilimizde tüy, kalemimizde mürekkep bitti: Sorun Kürt sorunudur ve sorunu PKK ile, Öcalan ile özdeşleştirmek, bilerek ya da bilmeyerek, gerçeği bulanıklaştırmaktır. PKK ve Öcalan, sorunun ortaya çıkardığı sonuçlardır, kendisi değil. Dolayısıyla PKK kendini feshetti diye sorun bitmiş olmuyor; Öcalan, “herhangi bir idari, siyasi statü talebimiz yok, kültürel haklara da gerek yok” dedi diye, Kürtlerin hak-hukuk-adalet sorunları, talepleri, buharlaşmış olmuyor.
Mevcut sürecin “başarıyla” ilerleyeceğini; yani kendini fesheden örgütün silahlarını gömeceğini, Öcalan’ın yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirileceğini, tecrit politikasından vazgeçileceğini, siyasi bir genel af ilan edilmese de en azından bunun tartışılacağını ve hasta mahpusların serbest bırakılacağını, kayyum uygulamasının geri çekileceğini varsayarak söylemek gerekirse, bunlar sorunun silah ve şiddetin ağır gölgesinden uzaklaştırılması adına olumludur, gereklidir, iyidir. Böylece sorun, daha çok siyasi zeminde bir demokrasi mücadelesi niteliğiyle anlam kazanacak, öne çıkacaktır. Bu zeminde elde edilecek her kazanım, sadece Kürt sorununun nihai çözümü açısından önemli değildir; bir bütün olarak Türkiye’nin demokrasi standartlarının yükselmesine de katkı koyacaktır.
Dolayısıyla yüzleşme, yakın gelecekte önemi giderek daha belirgin hale gelecek bir kavram olarak gündemimizde yeniden anlam kazanacaktır. Öyle olmak durumundadır. Çünkü kalıcı, nihai, onurlu bir barışı sağlamak, inşa etmek, faili ve mağduru olarak yaptıklarımız ya da yapamadıklarımızla yüzleşmeden, hesaplaşmadan mümkün olamaz… (Bu konu üzerinde ayrıca duracağım.)
***
Öcalan’ın perspektifleri konusu var bir de, evet. Devletin “görülmüştür” damgasını taşıyan bu “perspektifler” tartışmaya açık birçok husus barındırıyor elbette. “52 yıldır anlatıyorum, anlamıyorsunuz” sözlerinin muhatabı olan 52 yıllık arkadaşları, Öcalan ile birlikte bütün zamanların emeklilik nedir bilmez PKK yöneticileri Öcalan’ı neden anlamıyorlar, bilemem. Onların mı anlayışı kıt, Öcalan mı iyi anlatamıyor konusuna müdahil olmak istemem.
Fakat benim gördüğüm, Öcalan’ın o bildik her şeyi bilen, her zaman en doğru, hep en haklı, daima anlaşılamayan “önderliksel” perspektif ve analizleri, oldukça yüzeysel, eklektik ve kuramsal yönden dayanakları zayıf. Neticede olanakları sınırlı bir mahpus söz konusu olan. O yüzden kendisiyle, misal, “Marksizm böyle mi aşılır?” türü bir tartışmaya girmek, her şeyden önce etik değil. Ayrıca önem ve aciliyeti bakımından günün sorunu da değil. Her şeyin bir şeyi var neticede. İleride üzerinde çok konuşacağımız konular bunlar…
Haftanın sözü, bu ara tekrar okumaya niyetlendiğim F. Engels’ten gelsin, üzerinde çokça düşünmeye ve kavranmaya değer: “…İhtiyaçlar zorunluluk haline gelene kadar kördür. Ve özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır.” (Anti Dühring)
Türkiye’nin en önemli sorunlarının en başlarında siyasetin finansmanı konusu gelir ama bu yaşamsal önemine rağmen gerektiği kadar konuşulmaz, çünkü siyasetin finansmanının çarpıklıkları, beraberinde ürettiği sıkıntılı alanlar yaklaşık tüm siyasi partiler, tüm siyasiler tarafından ortaklaşa paylaşılan alanlardır, meşhur lafı biraz değiştirerek yazıyorum, “tencere dibin kara, seninki benden, benimki senden kara”.
Teoride siyaset, alternatif siyasi hareketlerin alternatif kamu hizmetleri miktar ve kompozisyonu önerilerini yarıştırmalarıdır, liberal demokratlar başka, muhafazakâr sağ başka, liberal sağ başka, sosyalistler ve diğerleri başka alternatif kamu hizmetleri önerirler, sandıkta (demokrasi) en çok rağbet gören alternatif kazanır ve önerdiği kamu hizmetleri sepetini üretir.
Ancak, bazı ülkelerde bu işler tam da böyle çalışmıyor, bunun nedenine bu yazıda girmeyeceğim, alternatif kamu hizmetleri demeti önerisi sadece bir siyasi maske olarak kalıyor, birileri sosyal demokrat maske (söylem), başkası muhafazakâr sağ maske (söylem) ile bir diğeri de milliyetçi maske (söylem) ile seçmenin önüne çıkıyorlar, bu maske (söylem) tercihini de çok büyük ölçüde verili bir konjonktürde seçmenin maske (söylem) talebinin yapısı belirliyor.
Peki, bu maskelerin (söylemlerin) altında yatan temel müşevvik, motivasyon nedir?
Kanımca, örneğin bizim ülkemizde, bu temel motivasyon merkezi ve mahalli düzeyde kamu rantlarının oluşum ve bölüşüm süreçlerinin musluk başına geçebilme müşevviği, motivasyonudur.
Kamu rantları da en genelinde ikiye ayrılabilir, kaçınılmaz, yasal ve yararlı rantlar, örneğin bir kentin hava kirlilik düzeyini iyi yönetişimle aşağı çekerseniz, o kent nüfus çeker, emlak fiyatları artar, herkes bundan yararlanabilir, yasaldır, olumludur, yararlıdır (kamu yararı).
Bir de kaçınılabilir, yasallığı çok tartışmalı, kamu yararı içermeyen rant üretme ve bölüştürme mekanizmaları var, siyaseti fena halde kirleten rantlar da bu son kategori rantlar ama selektif dağıtılabildikleri için maalesef siyasi partilerin kaçamadıkları rantların önemli bir bölümü bu tür rantlardır.
Yukarıda belirttiğim yasallıkları kuşkulu, kamu yararı değil kamu zararı içeren rantlarla mücadele etmek gerekiyor ama mücadele yöntemi ve mücadelenin etkinliği çok belirleyici bu işlerde.
Bizim ülkemizde siyasi sınıfın tümü bu mücadele yönteminde çok da samimiyet içermeyen bir biçimde ahlakı, dürüstlüğü öne çekiyor, özellikle muhalefette iseniz örneğin kamu alımları yolsuzlukları konusunda “biz iktidara gelirsek (yani Türkçesi musluğun başına biz geçersek) yöneticilerimiz, karar alıcılarımız çok daha dürüst davranacaklar ve kamu alımlarında yolsuzlukları sıfırlayacağız” söylemini benimsiyorlar ve esas sorun da burada çıkıyor çünkü yolsuzluklarla mücadelede ahlaki tavır çok sorunlu bir alan, matematik ölçütü pek yok ve zaten de ahlaki tavrın ortak payda olması şart.
Peki etkin mücadele nasıl olmalı?
Yasallığı ve kamu yararı içerdiği kuşkulu rantların üretimi ve selektif dağıtımı konusunda müdahalenin etkinliği ancak kurumsal, yasal düzenlemeler yapmaktan, örneğin kamu alımları piyasasını küresel rekabete açmaktan geçiyor.
AKP’nin ismi ilk başlarda AK Parti olarak geçiyordu ama kamu ihale kanunu ile oynamaya başlayıp AB müzakere sürecinde kamu alımları dosyasını müzakere açmaktan kaçınarak zaman içinde tekrar AKP oldu ve kanımca parti de telafisi olamayacak bir biçimde kirlendi ve hatta meşru siyasi ömrünü noktaladı.
Somut bir örnek vermek gerekir ise AB Komisyonunun kamu alımları konusunda 14 sayılı bir direktifi (yönerge) mevcut, AKP bu direktifi bizim hukuk sistemimize aynen adopte edebilse idi (adapte etmek değil asla) bugün bambaşka, çok daha temiz bir ülke olabilirdi ama yazının başında belirttiğim gibi AKP de muhafazakâr sağ maskesi ve söylemi ile kamu rantlarına el koyma güdüsüne teslim oldu.
Ama, yukarıda belirttiğim gibi, bu iş tüm siyasi hareketler için geçerli, bu rantlar hem merkezde hem de yerelde üretiliyorlar.
2019 yerel seçimlerinde CHP İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini kazandıktan sonra, Türkiye’de yükselirken de bazı şeyleri çok eksik yapmasa idi Türkiye bugün yine başka bir Türkiye olabilirdi.
Mesela, CHP genel merkezi 2019 seçimlerinden sonra kazandıkları tüm belediyelere bir genelge gönderip açacakları kamu ihalelerinde Kanunun 21/b ve 22. Maddelerini asla kullanmamalarını, tüm ihalelerin açık, rekabetçi olmalarını, MUTLAKA naklen yayınlanmasını istese idi bugün yaşananların çok önemli bir bölümünü yaşamıyor olabilirdik; ama olmadı, olamıyor maalesef.
Evet, yasanın 21/b maddesi illaki o anda gerekiyor ise, ki çok ender çıkacaktır bu durum, bu ihale Genel Merkezin denetimi altında, naklen yayınlanarak ve gerekçesi topluma açık açık anlatılarak yapılmalı, bu durum yerel yönetimler üzerinde parti yönetiminin tasallutu olarak da değil, çözüm aramanın bir yöntemi olarak görülmeli.
AKP kamu alımları yolsuzlukları konusunda artık doktorun “ne yerse yesin” dediği aşamaya geldi, bu nedenden onlara bir öneri götürmek dahi anlamsız.
Bundan bir süre önce, işler bu noktaya gelmemiş idi, yönetimde olmayan ama önemli bir CHP’li arkadaşıma “Özgür Özel kazandıkları tüm belediyelere bir yazı gönderse, Kamu İhale Yasasının 21/b maddesini kullanmalarını istese nasıl olur?” diye yazdım, o arkadaşım da bana “ne Özgür ne de başka bir başkan belediyelerden bunu isteyemez” diye yanıt verdi, çok haklı idi ama aynı ölçüde de can sıkıcı.
Arkadaşım bir adım daha ileri gider ve acaba “21/b’yi yasaklarsak siyaset yapacak adam, belediye başkan adayı bulamayız” der mi diye korktum ama Allahtan demedi.
Ancak, Erdoğan, malum, bunu da söylemiş idi, “siyasi ahlak yasası çıkarsa ilçe başkanı bulamayız” demişti…
Şunu unutmayalım, yolsuzluklarla mücadele bir ahlak konusu değildir, yasal düzenlemelerle önlem alma konusudur.
Geçtiğimiz hafta Dilek İmamoğlu, Emine Erdoğan’a vicdani bir çağrı yaparak, Silivri’den farklı illerdeki cezaevlerine sevk edilen İBB davasından tutuklu kadınlar için destek istedi. Çağrıda; çocukların farklı illerdeki annelerini ziyarete gidemediklerine, bu politikanın annelerle çocukları ayırdığına da dikkat çekildi.
Dilek İmamoğlu’nun çağrısı, siyasi açıdan pek çok eleştiriye maruz kaldı tabii. Dikkat çektiği sorundan çok “Nasıl Emine Erdoğan’a çağrı yapabilir?” yanıyla ele alındı. Fakat ortada bundan daha büyük bir mesele var.
Tutuklu ve hükümlülerin, ailelerinden ve ikametgahlarından kilometrelerce uzak şehirlerde bulunan cezaevlerine sevk edilmeleri, Türkiye’de yıllardır yürütülen bir politika.
Hatta en son Kısa Dalga internet sitesi için hazırladığım “Cezaevleri” başlıklı 5 bölümlük yazı dizisinin 4. bölümünde de bu konuya değinmiş (https://kisadalga.net/haber/detay/cezaevleri-yazi-dizisi-4-aile-yok-mahkeme-yok-tecrit-var_101996), böylelikle mahpusların, aileleri ve dış dünyayla bağlarının koparıldığını belirtmiştim.
En büyük mağdur yoksul mahpuslar
Türkiye cezaevlerindeki tecrit ve yalnızlaştırma politikasının bir parçası olarak hayata geçirilen bu uygulamanın en büyük mağdurları, yoksul mahpuslar.
Haftada bir kapalı görüş, ayda bir de açık görüş yapabilme hakları bulunan mahpusların aileleri, şehirlerarası yolculuk ücretlerini (uçak değil, otobüs) karşılayamadıkları için genellikle ayda bir açık görüşe gitmeyi tercih ediyorlar.
Lakin açık görüş seyahatleri de oldukça masraflı zira bir mahpusun eşi, çocukları veya anne babası hem gidiş hem de dönüş bileti almak zorunda. Dolayısıyla kimin görüşe gideceğine dair bir seçim yapmaları kaçınılmaz. Bu kadarla da bitmiyor. Cezaevleri şehir merkezlerinin oldukça dışına inşa edildiğinden, şehre ulaşan ailenin, cezaevine gidebilmek için de en az iki vasıtayla aktarma yapması gerekli. Yaşlı ve hasta ailelerle çocuklar için oldukça zorlu bir parkur bu.
Açık görüş süreleri ise asgari yarım saat, azami 45 dakikayla sınırlı. Tüm yol masrafı, 45 dakikalık bir görüşme için yapılıyor anlayacağınız.
Aramalar ayrı bir sorun
Aileler, yakınlarıyla görüşebilmek için cezaevlerinde bulunan çeşitli arama noktalarından geçmek zorundalar. Özellikle yüksek güvenlikli cezaevlerinde, ziyaretçilere çıplak arama uygulanabiliyor. Arama yöntemleri, her cezaevinde aynı olmamakla birlikte, ailelerin insan onuruna aykırı bir aramaya maruz bırakılmayacaklarının ve çocuk ziyaretçilerde travmatik etkiler yaratabilecek arama biçimlerinin uygulanmayacağının hiçbir garantisi yok.
Kamuoyuna mal olmuş ve tanınmış isimlerin ziyaretçileri, bu açıdan daha şanslıyken, ismi bilinmeyen binlerce mahpusun ailesi, sanki onlar da suçluymuşçasına aranabiliyor.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi yine bazı cezaevlerinde, açık görüş esnasında ailelerle mahpusun temas etmesine izin verilmiyor.
Koğuşlardaki çocuklar
Dışarıda küçük çocuklarına bakabilecek akrabası bulunmayan kadınlar, genellikle çocuklarını da bulundukları koğuşa aldırıyorlar. Tabii belli bir yaş sınırı var.
Siyasi davalardan yargılanan kadın tutuklu ve hükümlülerin koğuşlarında, çocuklar için nispeten daha sağlıklı bir ortam mevcutken, adli kadın mahpuslar, o kadar şanslı değil.
Küçük çocuğunu bulunduğu kalabalık koğuşa getirten bir adli kadın mahpus, çocuğunun çeşitli suç gruplarından kadınlarla yan yana kalmasını, küfür, kavga, sinir krizi veya gürültünün eksik olmadığı bir ortamda yaşamasını da kabullenmiş oluyor.
Koğuşta sıkıntı yaşanmasa bu defa cezaevi mimarisi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor zira cezaevleri, çocuklar için asla uygun değil. Eğer bir çocuk, demirden ve betondan müteşekkil koğuşlarda, merdivenden veya ranzadan düşerse ağır yaralanması kaçınılmaz.
Devletin bütçesi ve hayırseverlerin bağışlarıyla cezaevlerindeki tüm çocukların gıda ve giyim ihtiyacı karşılanıyor elbette fakat bunlar, sorunu çözmeye yetmiyor.
Sonuç olarak; neden orada olduklarını dahi anlamayan ve sağlıklı koşullarda yaşayamayan çocuklar, maalesef duygusal açıdan yaralanıyor ve hafızalarına travmatik anılar yükleniyor.
Avrupa’dan çözüm modelleri
Bazı Avrupa ülkelerinde bu kapsamda çözüm üretilmeye çalışılmış, hatta pilot cezaevleri de mevcut.
Çocuklu kadınlar için tasarlanan cezaevleri, büyük bir kampus içine yerleştirilmiş bahçeli müstakil konteyner evlerden oluşuyor. Kadın mahpuslar, çocuklarıyla birlikte bu bölümlerde kalıyorlar. Banyosu ve mutfağı da bulunan bu ev tipi tasarımla amaçlanan, çocuklara cezaevinde olduğunu hissettirmemek. Yine kampus içinde çocukların gidebileceği bir okul ve oyun parkları da mevcut. Kadın mahpuslar, ziyaretçilerini de ev tipi koğuşlarında ağırlıyorlar.
Bu sistem sayesinde, anneleriyle birlikte cezaevinde kalan çocuklar, travma yaşamıyorlar ve sağlıkları bozulmuyor.
Fakat ne yazık ki Türkiye’de bütçe, mevcut demir ve beton cezaevlerini, nasıl daha kötü ve yaşanmaz hale getiririz amacıyla harcandığı için geçtiğimiz yıllarda nur topu gibi yeni yüksek güvenlikli cezaevlerimiz olmuştu.
Mahpusların kuyu tipi diye adlandırdıkları yüksek güvenlikli cezaevleri, üç katlı. Gün ışığı ve hava almayan, kamerayla her an izlenen küçük odalardan oluşuyor ve mahpuslar günde sadece 1 saat havalandırmaya çıkabiliyorlar. Ağır bir tecridin ve yalnızlaştırmanın amaçlandığı bu cezaevlerinde kalan mahpuslar ise ya “Delirmek üzereyiz.” diyorlar ya da oradan çıkabilmek için açlık grevine başlıyorlar.
S tipi cezaevleri de pek farklı değil lakin S tiplerinde iki veya üç mahpus, aynı odada kalabiliyor. Odaların küçüklüğü, havalandırma süresi ve kamerayla izlemek suretiyle mahpuslara mahrem alan bırakmama politikası ise yeni yüksek güvenlikli cezaevleriyle aynı.
Bunları anlatıyorum çünkü aslında her şeyin bir çözümü var. Mesele sadece bütçenizi nereye harcadığınız ve neyi amaçladığınızla ilgili.
Görüyoruz ki Türkiye bütçesini, cezaevlerindeki –özellikle siyasi– mahpusları ezmeye, hayatlarından bezdirmeye, “Otomatik Portakal” misali çürütmeye ayırmış. Mahpusların suçlarının ağırlığı veya hafifliği, kadın ya da çocuk olmaları ise bu noktada hiç önem taşımıyor.
10. paketten çıkarılanlar
10. yargı paketi taslağında yer alan; çocuklu kadın tutuklulara adli kontrol veya konutta hapis, çocuklu kadın hükümlülere ise denetimli serbestlik veya cezanın konutta infazı imkânını sağlayan maddeler, bayram öncesi paketten çıkarıldı.
Bu hamle, başlı başına tartışmaya açıktı zira çocuklu kadınların, koşullu salıverme ve denetimli serbestlik haklarına kavuşan mahpusların mükerrer suçlarından, daha ağır suçları yoktu. Lakin cezaevlerindeki koşullara dair zerre bilgisi olmayanların ezbere yaptıkları genellemelere göre hepsi suçluydu ve çıkmamalıydılar.
Gayet açık ki toplumun çoğu, kendi deneyimlemeden gerçekleri fark edemiyor. Bu denklemin son örneği de CHP oldu. Açık konuşalım; eğer İBB operasyonları ve tutuklamalar olmasaydı, CHP cezaevlerini gündeme almayacak, yıllardan beri anlattığımız cezaevi sorunlarına ucundan bucağından dahi vakıf olamayacaktı. Henüz ‘cezaevleri 101’ aşamasında olsalar da hızlı öğrenecekleri kesin. Fakat sorunları dile getirirken, talep ve isteklerini, sadece kendi arkadaşlarıyla sınırlı tutmaları büyük bir hata. Oysa insan hakları evrenseldir, insan onuru da.
Biraz daha araştırırlarsa suçu ne olursa olsun her mahpusun, cezaevinde sağlıklı ve insan onuruna yakışır bir şekilde yaşama, iletişim, haberleşme ve ziyaret haklarına sahip olduğunu, aynı zamanda hepsinin, ailelerinin yaşadığı şehirlerde bulunan cezaevlerinde kalmaları gerektiğini lakin pek çoğunun hak ihlallerine maruz kaldığını anlayacaklar.
Paketler Kafka’nın “Şato”sunda mı hazırlanıyor?
Türkiye’de ne zaman cezaevlerine ve infaz uygulamalarına ilişkin yeni düzenlemeler yapılsa ve yeni paketler yürürlüğe girse büyük bir kaos yaşanır.
Öncelikle bu paketlerin, sözde değil özde reformlar içermesini sağlamak, neredeyse deveye hendek atlatmakla eşdeğerdir.
Fakat iş sadece bununla bitmez.
Cezaevlerine ve infaz sistemindeki sorunlara ilişkin samimi ve yapıcı bir düzenleme getirildiğini varsaysak dahi bu defa pratikten tamamen kopuk, içinde pek çok boşluk barındıran, nereye çeksen oraya gidecek maddelerle karşı karşıya kalırız.
Öyle ki yürürlüğe giren düzenlemeleri, infaz hakimleri, cezaevi müdürleri, infaz bölümünde çalışan memurlar dahi bambaşka yorumlayabilir ve işin içinden çıkabilmek için 7/24 çalışmak zorunda kalabilirler.
10. yargı paketinde de benzer bir tablo yaşandı.
Pakette yer almasına rağmen yaşlı ve hasta mahpuslar hem bayram öncesi hem de bayram süresince tahliye edilmediler. Zira pakette, güvenlik soruşturması ön şartı vardı. Peki, nasıl yapılacaktı bu soruşturma? Zaten yıllardır cezaevinde kalan mahpusları kime soracaklardı mesela ve yanıtları verecek mercii hangisiydi? Ortaya böyle bir muamma çıkıverdi.
Yanı sıra mükerrer mahpuslar, koşullu salıverme ve denetimli serbestlik haklarından nasıl faydalanacaklardı? Denetimli serbestlik ve koşullu salıverme birlikte mi uygulanacaktı, yoksa sadece koşullu salıverme hükümlerinden mi yararlanacaklardı?
İki yılın altında ceza alan mükerrer mahpuslar, cezalarının onda birini yatmışlarsa eğer, çıkabilecekler miydi yoksa mükerrerlere tanınan koşullu salıverme oranlarına göre mi hesaplanacaktı infazları?
Paketi hazırlayanlar, infaz hakimliklerini, cezaevi yönetimlerini ve infaz memurlarını, işte böylesi bir kaosun içine atıverdiler.
Mahpuslar zaten hiçbir şey anlamamıştı. Mahpus yakınları ise belki biri onlara durumu açıklayabilir ümidiyle konuyu bilenleri arıyor, sorularına cevap bulmaya çalışıyorlardı.
Çünkü bu maddeler, cezaevleri gerçekliğini, sorunların hayatın içindeki halini ve kâğıt üzerinde yazanla hedeflenen arasındaki çelişkileri bilmeyenler tarafından, masa başında hazırlanmıştı muhtemelen.
Kafka’nın “Şato”sundakiler, aşağıdaki hayattan ve sorunlardan hayli kopuktu. İyi bir şeyler yapalım dediklerinde ise her şey çorbaya dönüyordu mutlaka.
Oysa olması gereken, herhangi bir infaz ve cezaevi düzenlemesi hazırlanırken, cezaevleriyle yakından ilişkili kişi ve kurumların yanı sıra, uygulayıcı konumdaki infaz hakimleri, cezaevi müdürleri ve infaz memurlarının da sürece katılımının sağlanmasıydı.
Tabii bunlar hiçbir zaman yapılmadığından ve “Şato” sakinleri, kendilerini her şeye hâkim sandıklarından, kebap niyetine pişirdikleri yemek dahi aşağılara, eksik malzemeli, soğumuş, lapa bir pilav olarak ulaşmakta. Sonra da herkes ayıklamaya çalışıyor, pirincin taşını.
Evet, artık hazırlanacak tüm içeriklerde, belirttiklerimin dikkate alınması gerekir.
Şimdi asıl aciliyeti olan adım ise pakette de belirtildiği gibi yaşlı ve hasta mahpusların, daha fazla mağdur edilmeden bir an önce serbest bırakılmalarıdır. Zira gerek bayram öncesi gerekse de bayram süresince mükerrer mahpusların tahliyeleri gerçekleşirken, onlar yine görmezden gelinip ötelendiler. Yalan mı?
Basın Tarihi, 13 yıl öncesinin Orta Doğu coğrafyasında durmuş, dersler çıkarılacak olaylar etrafında dolanıyor.
Çoktan unuttuğumuz 2 Haziran 2012 tarihi Ortadoğu, özellikle de Mısır için önemli bir gün.
Mısır diktatörü Mübarek o gün müebbet hapse mahkûm olmuştu.
Dünyada çok geniş yankılanan haberi 3 Haziran tarihli Sabah Gazetesi’nde sür manşetten “Firavun’a Müebbet” başlığıyla görüyoruz. Diğer gazeteler ilk sayfalarında ama çok da büyütmeden görmüşler.
***
Orta Doğu gerçekten çok depremli bir bölge.
Sadece çok depremli mi, aynı zamanda çok kanlı da…
Sadece Mısır’daki gelişmelere bakarak bile bu gerçeği görebiliyoruz.
“Enver Sedat devlet başkanı olduğunda, aralarında Mısır’ın da bulunduğu Arap ülkeleri ile İsrail arasında 6 Ekim 1973 (Yom Kippur) savaşı başlamış ve bu savaştan sonra ‘İsrail-Mısır’ arasında barış antlaşması yapılmıştı.
Sedat, İsrail’in o zamanki Filistin devleti üzerinde hâkim olduğu bölge sınırlarını tanımış ve diğer Arap ülkelerini de bu sınırları tanımaya davet etmişti.
Bu çağrısı sonrası ‘Hain’ ilan edilen Enver Sedat 6 Ekim 1981 tarihinde Kahire’de resmî tören sırasında suikast sonucu öldürülmüştü…”
***
Mısır ordusunda görevli olan subay Halid el İslambuli ve iş birliği içerisinde olduğu silah arkadaşları, kasklarının içine gizlenmiş el bombalarını geçit töreninde Sedat’a ve yanındakilere fırlatmışlardı.
El bombaları atıldıktan sonra otomatik silahlarla protokolün üzerine ateş açmışlardı.
El bombalarını atmak için protokole yaklaşan askerleri törenin bir parçası sanarak onlara selam vermek için ayağa kalkan Enver Sedat’ın vücuduna 72 mermi isabet etmişti.
***
6 Ekim 1981’de Enver Sedat’ın bir suikast sonucunda öldürülmesi üzerine Hüsnü Mübarek devlet başkanı oldu.
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalıştı.
1982’de Lübnan’ı işgal eden İsrail’le yakınlaşma politikasından uzaklaştı.
1987’de altı yıllık ikinci bir dönem için, oyların yüzde 97’sini alarak devlet başkanlığına yeniden seçildi.
***
Enver Sedat döneminde İsrail’le yapılan barış antlaşması yüzünden Arap Birliği’nden çıkarılmış olan Mısır 1989’da tekrar birliğe kabul edildi, birliğin merkezi de Kahire’ye taşındı.
1990-91’deki Körfez Bunalımı ve onu izleyen Körfez Savaşı sırasında Arap ülkeleri, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında aracılık işlevini üstlendi Mısır.
Suudi Arabistan’ın, uluslararası kuvvetlerin desteğine başvuru kararının desteklenmesinde öteki Arap ülkelerine öncülük etti.
***
Enver Sedat’a yapılan suikastın ardından Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti’nin liderliğine seçilen Mübarek, 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan ve muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez göreve seçildi.
***
26 Haziran 1995’te, Afrika Birliği Örgütü Zirvesi için gittiği Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa‘da kendisine suikast girişiminde bulunuldu. İstihbarat raporlarına göre girişim, el-Kaide ile birlikte hareket eden ve Mısır’da faaliyet gösteren İslam Cemaati ile Mısır İslam Cihadı tarafından gerçekleştirilmiş ve Sudan hükûmeti ile ülkenin istihbarat servisleri tarafından desteklenmişti.
***
İktidarının 30. Yılındaydı…
2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı protestoları 25 Ocak 2011’de Mısır’a sirayet etti.
10 Şubat 2011’de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman’a devretti, 11 Şubat 2011’de ise görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etti.
İstifa ettikten kısa bir süre sonra tutuklandı ve yargılanmaya başlandı.
***
2 Haziran 2012 günü yardımcısı ile birlikte ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Oğulları ve yargılanan birkaç kişi ise beraat etti.
Karar sonrası Mübarek’in idam edilmesini isteyen göstericiler, Mübarek’in yargılandığı mahkeme önünde polisle çatıştılar.
Yaşanan gelişmeler üzerine Mübarek’in depresyona girdiği söylendi.
***
Konjonktür nispeten değişmişti…
Mısır’ın en üst düzeydeki temyiz mahkemesi tarafından 2 Mart 2017’de hakkında beraat kararı verildi.
24 Mart 2017’de serbest bırakıldı.
88 yaşındaydı.
***
Hüsnü Mübarek 25 Şubat 2020’de başkent Kahire‘deki Kahire askerî hastanesinde 91 yaşında öldü.
Dünyadaki çeşitli medya kaynakları, Mübarek’in başkanlığı süresince 70 milyar dolar civarı servet elde ettiğini ileri sürdü.
***
Mısır’ı bir ziyaretimde faşizmin günlük yaşamdaki insanın kemiklerine işleyen deneyimine denk gelmiştim… Sıradan bir Mısır’lı vatandaş gibi ulaşmak istediğim adrese varmam saatler almıştı.
Halbuki resmi kortej aynı yolu dakikalar içinde geçmişti.
Mübarek’in Saray’daki saltanatına, soru sorma gayreti içindeki medyaya karşı kullandığı üslubuna da şahit olmuştum.
Bütün diktatörler gibi o da zaman hiç değişmeyecek sanıyordu.
***
Ey Mübarek Orta-Doğu….
Diktatörlerin ve depremli siyaset oyunlarının kanlı arenası.
Eski cumhurbaşkanı Yoon Suk-yeol’un sıkıyönetim ilan etmesiyle, yani bir diğer deyişle sivil darbe girişimiyle tetiklenen çalkantılı aylardan sonra, Güney Kore yeni cumhurbaşkanını seçti: Lee Jae-myung.
Güney Kore, Türkiye için ilgi çeken bir “model” ülke oldu; bunun ardında da, demokrasi ile ilgili sorunlar yaşamasına rağmen, gelişmekte olan ülke statüsünden başarılı biçimde gelişmiş ülkeler sınıfına geçmesinin büyük rolü var.
Güney Kore’nin artık ekonomik refaha ulaşmış ve demokrasi sorunlarını da çözmüş bir ülke olduğunu düşünüyorduk ki; ülkede, 3 Aralık 2024’teki sivil darbe girişimi sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de şaşkınlık yarattı.
O geceyarısına doğru, Güney Kore Parlamentosu üyelerinden Lee Jae-myung, arabası hareket halindeyken bir video kaydederek paylaştı; o kayıt da, sadece ülkesinde değil, dünya genelinde gündem yarattı. Lee, videoda şöyle diyordu: “Sevgili Koreli yurttaşlarım; Ulusal Meclis’e gelmelisiniz. Demokrasimiz çöküyor. Lütfen demokrasimizi korumak için bir araya gelin”.
Ve o gün demokrasiyi savunan lider olarak ön plana çıkan Lee, bugün ülkenin demokrasi ile seçilmiş lideri.
Sol görüşlü Demokratik Parti lideri Lee, 3 Haziran’daki seçimlerde oyların %49,42’sini alarak Güney Kore’nin yeni başkanı oldu. Muhafazakâr Halkın Gücü Partisi adayı Kim Moon-soo ise, %41,15’lik oy topladı. Lee’nin sandık zaferi sürpriz değil. Her ne kadar Güney Kore, siyaseten son derece kutuplaşmış olsa da, sivil darbeyi gerçekleştirmeye çalılan kanadın muhafazakârlardan olması Güney Kore kamuoyunda negatif bir hafıza bıraktı.
Seçimden önceki haftalarda Lee, rakiplerine karşı giderek artan bir üstünlüğe sahipti. Sandığa olan büyük ilgi de, Güney Koreliler için bu seçimlerin “demokrasi referandumuna” dönüştüğünü gösteriyordu. 3 Haziran seçimlerinde %79,4’lük katılım oranı da, 1997’den bu yana en yüksek seviyeye ulaştı.
Güney Kore politikasında suların durulması ve demokratik açıdan kendilerini “güvende” hissetmeleri uzun süre alacak.
Şimdi geri dönüp, Lee’nin hikâyesine bakalım…
Lee yoksul bir ailede doğdu ve ortaokula gitmek yerine çocuk yaşta bir fabrikada çalıştı. Kolundan sakatlandı ve bu nedenle askerlikten muaf tutuldu. Daha sonra üniversiteye girdi ve mezun olduktan sonra bir insan hakları avukatı olarak çalıştı. Ardından da siyasete atıldı. 2010 yılında Gyeonggi Eyaleti’ndeki Seongnam şehrinin belediye başkanı oldu ve bu görevini 2018’e kadar sürdürdü. 2018’de Gyeonggi Eyalet Valisi seçildi. Bu görevdeyken eyaletin COVID-19 pandemisine yönelik politikalarını oluşturdu.
Lee, 2022’de Demokrat Parti’nin cumhurbaşkanı adayı oldu ve muhafazakâr Halkın Gücü Partisi’nden (PPP) Yoon Suk-yeol ile yarıştı. Yoon, Güney Kore seçim tarihindeki en az farkla oylamayı kazanarak cumhurbaşkanı oldu. Başkanlık seçiminden sonra Lee, Demokrat Parti liderliğini hedefledi ve 2022 Haziran’ındaki ara seçimde Ulusal Meclis üyesi seçildi. Ve ardından da muhalefet liderliğini devraldı.
Sivil darbeye giden yol
Bu esnada, Yoon’un başkanlığındaki politika ve tavırları, ülke siyasetinde üst üste krizler yaratıyordu. Yoon’a halk desteği de hızla azalmaya başladı. Buna karşılık, ABD ve Japonya yanlısı, Kuzey Kore’ye karşı ise daha şahin politikalar izlemesi, Yoon’un dış politika bakımından elini güçlendiriyordu. İç politikada ise böyle bir güç söz konusu değildi: öncelikle, 2022 Ekim’inde başkent Seul’de Cadılar Bayramı kutlamalarında izdiham yaşanıp bir felakete yol açtığında, Yoon’un tepkisi ve krizi yönetimi halk tarafından yetersiz bulundu.
Diğer yandan, Yoon’un görev süresi boyunca Demokrat Parti Ulusal Meclis’te ezici çoğunluğa sahipti; bu da Yoon’un yasama gündemini hayata geçirmesini zorlaştırdı. Yoon muhalefetin önayak olduğu birçok yasayı cumhurbaşkanlığı vetosuyla engelledi ve yasamada tıkanıklığa neden oldu.
Yoon bu tıkanıklığı 2024 genel seçimlerinde aşmayı umdu. Ancak bu gerçekleşmedi; Demokrat Parti liderliğindeki muhalefet partileri ezici çoğunluğu korurken, Yoon’un lideri olduğu Halkın Gücü Partisi sadece birkaç yeni sandalye kazanabildi. Parlamentoda bir türlü çoğunluğu kazanamaması, Yoon’un görev süresinin geri kalanında “topal ördek” haline gelmesine yol açtı.
Yoon, tıp fakültelerine giriş kontenjanlarını artırma kararına karşı çıkan sağlık çalışanlarının başlattığı ülke çapındaki boykota yönelik politikaları da antipati topladı. Ayrıca eşi ve First Lady Kim Keon-hee ile ilgili skandallar büyüdü; bunlar arasında Kim’in, 2 bin dolarlık bir Dior çantayı hediye olarak kabul etmesi de vardı. Buna karşılık Yoon, Ulusal Meclis’in eşi hakkında soruşturma açmasını sağlayacak tasarıları veto etti.
Yoon, krizlerle boğuşurken; Lee de bazı zorluklar yaşıyordu. 2023’te hakkında rüşvet iddialarıyla savcılıklar tarafından tutuklama kararı çıkarıldı. Lee bu kararın siyasi olduğunu söyleyerek bir ay süren açlık grevine başladı. 2024 Ocak ayında da bir suikast girişiminden sağ kurtuldu. Seçim yasasını ihlal ettiği gerekçesiyle adaylığının iptali gündeme geldi.
Mirasının yok olduğunu gören Yoon radikal bir adım attı. Aralık 2024’te Demokrat Parti’yi “devlet düşmanı güçler” ve “Kuzey Koreli komünistlerle işbirliği” yapmakla suçlayarak sıkıyönetim ilan etti. Çok sayıda muhalefet liderini tutuklamaya ve Ulusal Meclis’i zorla kapatmaya çalıştı ancak Meclis üyeleri toplanarak yeter sayıya ulaştı ve sıkıyönetimi geçersiz kıldı. Lee, kriz sırasında Ulusal Meclis binasına tırmanarak içeri girdiği anları canlı yayında paylaştı. Bu girişim ülkede aylar süren bir siyasi krizi tetikledi. Yoon Aralık ayında Ulusal Meclis tarafından azledildi ve bu karar Nisan 2025’te Anayasa Mahkemesi tarafından onaylandı. Sonraki aylarda Güney Kore birkaç geçici cumhurbaşkanı tarafından yönetildi.
Darbeye panzehir olarak sandık
Seçim kampanyası özellikle muhafazakârlar açısından oldukça çalkantılı geçti. Lee Demokrat Parti adaylığını kolaylıkla kazansa da PPP’deki aday belirleme süreci oldukça sıkıntılı oldu. Adaylığı, Yoon’un kabinesinde çalışma ve istihdam bakanı olarak görev yapmış olan şahin kanattan Kim Moon-so kazandı. Geçici Cumhurbaşkanı Han Duck-soo da kendi adaylığını açıkladı; bu da PPP’nin Kim yerine Han’ı aday göstermeye çalışmasına neden oldu. Kim bu hamleyi yasa dışı ilan etti. PPP geri adım atmak zorunda kaldı ve Han adaylığını sonlandırarak Kim’i destekledi.
Ayrıca başka bir muhafazakâr aday daha vardı: PPP’nin eski lideri Lee Jun-seok, Reform Partisi adını verdiği yeni bir parti kurdu. Kadın karşıtı görüşleriyle tanınan Lee, PPP’yi sıkıyönetim girişimi sonrası Yoon’u desteklemeye devam ettiği için eleştirdi. Özellikle memnuniyetsiz erkek gençler arasında popüler oldu, ancak partisini devlet yardımı için gerekli olan yüzde 10 oy barajının üzerine taşıyamadı.
Bu bir erken seçim olduğundan, Lee seçimi kazandığı ertesi gün göreve başladı. Ulusal Meclis’te güçlü bir çoğunlukla göreve gelen Lee, Güney Kore tarihinin en güçlü desteklerinden birine sahip oldu. Ancak ülke birçok sorunla boğuşuyor ve bu sorunları çözmek Lee’nin sorumluluğunda. Sıkıyönetim girişimi ekonomiye olan güveni zedeledi. Güney Kore, dünyanın en düşük doğum oranlarından birine ve en hızlı yaşlanan toplumlarından birine sahip; bu durum ekonomiye ciddi bir yük oluşturuyor. Ülke, sıkıyönetim girişimi sonrası rekor düzeyde kutuplaşmış durumda. Ayrıca, ABD Başkanı Trump’ın uyguladığı gümrük vergileri de Güney Kore ekonomisini zora sokuyor.
Siyaset açısından Lee, Demokrat Parti’nin daha sol görüşlü ve ilerici kanadında yer alsa da, başkanlık kampanyası süresince daha ılımlı bir çizgi izledi. Daha fazla kamu harcamasını savunuyor ve Güney Kore’nin devasa aile şirketleri olan “chaebol”lerin gücünü sınırlaması bekleniyor. Ayrıca mevcut beş yıllık tek dönem modelinin aksine, dört yıl iki dönemlik bir başkanlık sistemi için anayasa değişikliği önerdi. Dış politikada ise Lee, Kuzey Kore’ye karşı daha uzlaşmacı bir yaklaşımı savunuyor. Japonya’ya karşı geçmişte birçok kez sert çıkışlar yapmış olsa da kampanya döneminde bu tutumunu yumuşattı. Lee, ABD ile ittifaka bağlı olduğunu belirtse de, muhafazakârlara kıyasla, dış politikada daha fazla özerklikten yana. Ayrıca, Çin ile ilişkilerin geliştirilmesini açıkça savunuyor. Tüm bunlar da, Yoon döneminin aşırı ABD yanlısı politikasından çok farklı. Lee, daha önce Yoon’un Çin’i kışkırtmasını eleştirmiş ve Güney Kore’nin Tayvan meselesine karışmaması gerektiğini söylemişti.
Türkiye için ekonomik model ötesi, demokratik örnek mi?
Halkın Gücü Partisi tarafından lider olarak ön plana çıkarılan, eskiden savcı olan ülkenin eski Başkanı Yoon Suk-yeol, iktidarını ve devlet mekanizmasını kendisini eleştiren siyasi muhalifleri, sendikaları ve gazetecileri sindirmeye çalışmakla geçirdi. Bahsettiğimiz gibi, son kertede sıkıyönetim ilanına ve parlamentoyu işgal etmeleri için askerlere emir vermeye kadar giden karanlık bir yola girdi.
Ancak, halkın iradesini demokrasiden yana kullanması Yoon’un hesaplarını bozdu. Ayrıca Lee ve Demokratik Parti başta olmak üzere, ülkenin demokrasiye sahip çıkan; Meclis’i sivil darbeye karşı işleten milletvekilleri ve politikacıların da, sonunda Güney Kore demokrasisinin kazanmasında payı büyük.
Sivil darbe girişimi yaşanmadan önce de Lee’nin ümit veren ve halk desteği olan bir siyasi lider olarak ön plana çıkması engellenmeye çalışıldı. Yolsuzluk iddiaları ve adaylığının başka yargı girişimleriyle engellenmeye çalışılması dışında, daha önce dile getirdiğimiz gibi, kılpayı hayatta kalmasına neden olan bir suikast girişimine de uğradı.
Son kertede, vatandaşlar, Lee ve diğer Demokrat Parti üyeleri ile beraber, bazı muhafazakâr politikacıların ve daha ötesi ordu mensuplarının demokrasiden yana tavır alması, ülkenin kaderini değiştirdi.
Türkiye’den Güney Kore’ye hep ekonomik bir model nazarıyla bakıldı; ancak Güney Kore’nin, demokrasiye sahip çıkma ve otoriterlikle mücadelede örnek alınacak bu yüzü de var.