12 yıl önce bugün, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında, “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (İstanbul Sözleşmesi) imzaya açılmış ve Türkiye, sözleşmenin ilk imzacısı olmuştu. 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi, 7 yıl sonra Türkiye tarafından resmi olarak feshedildi.
İstanbul Sözleşmesi, Türkiye için kadına yönelik şiddetle mücadelede uluslararası öncülüğü simgeleyen bir dönüm noktasıydı; toplumsal cinsiyet eşitliği ve yaşam hakkına dair güçlü bir taahhüttü.
Bu taahhüt, sadece bireylerin yaşam hakkını değil, toplumsal cinsiyet temelli şiddeti haberleştiren, görünür kılan ve mücadeleye ses veren gazetecilerin haklarını da güvence altına alan bir dayanak sağladı.
“İstanbul Sözleşmesi, LGBTİ+ gazeteciler için yalnızca bir hukuk metni değil, pek çok kadın ve LGBTİ+ için olduğu gibi bir hayatta kalma güvencesiydi. LGBTİ+ gazetecilerin maruz kaldığı nefret söylemine, ayrımcılığa ve şiddete karşı koruyucu bir zemin sunuyordu” diyor KAOS GL editörü Oğulcan Özgenç.
Birçok LGBTİ+ gazetecinin cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi nedeniyle medya sektöründe ayrımcı tutum, söylem, davranış ve uygulamalarla karşılaştığını vurgulayan Özgenç, bu noktada Kaos GL’nin 2024 Özel Sektör Çalışanı LGBTİ+’ların Durumu Raporu’ndan kendisini gey ve non-binary olarak tanımlayan bir gazetecinin ifadelerini doğrudan aktarıyor:
“Görünür olmamam istendi. Reddettiğimde ise görev tanımım değiştirildi ve “işin mutfağı” denilen arka plandaki bir pozisyona sürüldüm. Siyaset ve gündem haberleri yaparken; hafta sonu magazin biriminde görevlendirildim”
Rapora göre, araştırmaya katılanların yüzde 29,6’sı çalıştığı kurumda diğer LGBTİ+ çalışanlara yönelik ayrımcı tutum ya da uygulamaya tanık olduğunu, yüzde 59,2’si ise LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemiyle karşılaştığını belirtti. Bu oran özel sektör araştırmasında ise yüzde 30,4 oldu.
“LGBTİ+ gazetecilerin maruz kaldığı nefret söylemine, ayrımcılığa ve şiddete karşı koruyucu bir zemin sunuyordu”

KAOS GL editörü Oğulcan Özgenç. Fotoğraf: Özgenç’in arşivi.
Özgenç, İstanbul Sözleşmesi’nin devletlere, toplumsal cinsiyet kalıplarıyla mücadele kapsamında medya ve özel sektörle işbirliği yapma yükümlülüğü getirdiğini belirterek; LGBTİ+’ların medyada hastalık ya da alay unsuru gibi klişelerle temsil edilmesinin önlenebileceğini de söylüyor. Sözleşmenin, devletlere sadece denetleyici değil, aynı zamanda kapsayıcı ve eşitlikçi içerikleri teşvik edici bir rol biçtiğini, bu bağlamda ayrımcılıkla mücadele eden medya faaliyetlerini desteklemeyi de öngördüğünü ifade ediyor.
TGS Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu üyesi gazeteci Gülfem Karataş da İstanbul Sözleşmesi’nin feshi sonrası özellikle kadın ve LGBTİ+ gazetecilerin karşılaştığı sorunların daha da derinleştiğine dikkat çekiyor. Mesleki risklerin yalnızca haber içerikleriyle sınırlı kalmadığını belirterek şöyle devam ediyor: “Çünkü işimiz insanlarla. Haber kaynaklarımız, haber öznelerimiz. Ve haliyle mesleğimizi yaparken de cinsiyet kimliğimiz ya da cinsel yönelimimiz göz ardı edilemeyeceğinden ikinci bir mağduriyete uğrama ihtimalimiz de daha fazla oluyor.”
Karataş, kadın gazetecilerin haberci kimliğinin ötesinde, kimi zaman hayati sorumluluklar üstlendiğine dikkat çekiyor. Şiddet tehdidi altındaki bir kadının yardım talebiyle kendilerine ulaştığını ve bu durumda sadece haber yapmakla kalmayıp kamuoyu oluşturarak hukuki süreçleri harekete geçirme sorumluluğu hissettiklerini belirtiyor. Ayrıca yaşam hakkı ihlal edilen bir kadının haberini yine kendilerinin yapacağını bilen kadın gazetecilerin, artık şiddet haberlerini yapmak istemediğini söylüyor.
TGS Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu’nun bir araştırmasında, kadın gazetecilerin yüzde 47’sinin iş hayatlarında en az bir kez şiddete uğradığı belirtirken, yüzde 63’ünün ise cinsiyetleri nedeniyle ayrımcılığa maruz kaldığı ifade ediliyor.
“Mesleğimizi yaparken de cinsiyet kimliğimiz ya da cinsel yönelimimiz göz ardı edilemeyeceğinden ikinci bir mağduriyete uğrama ihtimalimiz de daha fazla oluyor”

TGS Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu üyesi gazeteci Gülfem Karataş. Fotoğraf: Karataş’ın arşivi.
Karataş ayrıca, kadınların ve LGBTİ+ların yaşadığı sorunların birbirinden ayrı olduğunu vurguluyor. Geçen yıl bir gazeteci toplantısında Yıldız Tar’ın (Gazeteci Tar, 21 Şubat’tan bu yana tutuklu) “Toplumsal cinsiyet haberlerinde LGBTİ+lar hemen kadınların yanına iliştiriliyor. Ben buna karşıyım. Kadın ve LGBTİ+ editörleri ayrı olmalı, çünkü her biri farklı bir uzmanlık alanı” dediğini hatırlatıyor.
TGS Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu’nun da bu ayrı alanlarda çalıştığını belirten Karataş, medyada LGBTİ+ların hala yeterince konuşulamadığını, açık kimlikle mesleklerine devam edemediklerini ifade ediyor. İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıyla birlikte, kimliklerini gizlemek zorunda kalan LGBTİ+ bireylerin iş yerlerinde dışlanma ve tedirginlikle yaşamaya devam ettiklerini söylüyor.
Evrensel gazetesi Muhabiri Nisa Sude Demirel ise, özellikle sokakta çalışan gazeteciler için durumun daha da tehlikeli hale geldiğini, çünkü İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasının kadınlara yönelik şiddeti ve tehditleri artırdığını belirtiyor. Demirel “Sözleşmeden çekilmek yalnızca bir mevzuat değişikliği değil, failleri cesaretlendirdi” diyerek, Şişli’deki Bahar Aksu cinayeti gibi trajik olayların ardından kadınların eski eşleri tarafından tehdit edilmeye devam ettiğine dikkat çekiyor. Demirel, İstanbul Sözleşmesi’nin yalnızca bir hukuki düzenleme değil, aynı zamanda kadınlar ve LGBTİ+ bireyler için güvenli bir ortam sağlayan hayati bir önlem olduğunu ifade ediyor.
Mezopotamya Kadın Gazeteciler Derneği’nin Mart 2025 Raporu’na göre, 6 gazeteci saldırıya uğradı, 3’ünün evine baskın düzenlendi, 5’i gözaltına alındı; 9 gazeteci kötü muameleye maruz kalırken, 3 gazeteci tehdit edildi, 1’i tutuklandı ve 6 gazetecinin haber takibi engellendi. Cezaevinde 1 kadın gazeteci hak ihlaline uğradı. Aynı rapor, 2 gazeteci hakkında soruşturma, 3’ü hakkında dava açıldığını; bir gazetecinin 1 yıl 6 ay 22 gün hapis cezası aldığını ve 7 gazetecinin yargılamasının sürdüğünü ortaya koyuyor. 4 Ocak 2023 itibariyle tutuklu gazeteci sayısı ise en az 10.
“Kadınların ve LGBTİ+’ların ısrarla vazgeçmedikleri dayanışma, hem korkuyu hem de endişeyi en aza indiriyor”

Evrensel gazetesi Muhabiri Nisa Sude Demirel. Fotoğraf: Demirel’in arşivi.
Özgenç, İstanbul Sözleşmesi’nin yokluğunda LGBTİ+ gazetecilerin güvenliği için medya kurumları ve meslek örgütlerine önemli sorumluluklar düştüğünü vurguluyor. Özgenç’e göre; ayrımcılığı yasaklayan iç düzenlemelerin oluşturulması, güvenli başvuru mekanizmalarının kurulması ve LGBTİ+ gazetecilere yönelik mobbing ile ayrımcılığı önleyecek politikaların hayata geçirilmesi gerekiyor. Ayrıca, sendikalar ve basın meslek örgütleri bünyesinde LGBTİ+ odaklı savunuculuk birimlerinin kurulması, hem destek sağlama hem de hak ihlallerini belgeleme açısından hayati önem taşıyor.
Karataş da, çözümün temelinde sendikal örgütlenmenin yer aldığını vurguluyor. Karataş’a göre, toplu iş sözleşmelerinin yaygınlaşması, hem çalışma hem yaşam koşullarını iyileştirecek güçlü bir adım olabilir. Bu sözleşmelere, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2019 yılında kabul ettiği, İş Yaşamında Şiddet ve Tacizin Önlenmesi Sözleşmesi gibi şiddet karşıtı uluslararası düzenlemelerin dahil edilmesinin, gazetecilerin korunmasını ve iş yerlerinde şiddetin önlenmesini mümkün kılacağını belirtiyor.
Demirel ise, kadınlar ve LGBTİ+’lar arasındaki dayanışmanın, korkuyu ve endişeyi en aza indirdiğini vurguluyor. Gözaltı süreçlerinde yaşanan taciz ve şiddet gibi vahim olaylar göz önüne alındığında, dayanışmanın bu zorluklarla mücadelede ne kadar önemli bir yol olduğunu ifade ediyor: “Kadınların ve LGBTİ+’ların ısrarla vazgeçmedikleri dayanışma, hem korkuyu hem de endişeyi en aza indiriyor”
Sığınmacılar, mülteciler, göçmenler, iltica… Yeni yüzyılın temel sorunlarından biri. Irkçı Avrupa ülkeleri başta olmak üzere hiçbir ülke; yersiz yurtsuz, iç savaş mağduru, “kara kafalı”, yoksul ve eğitimsiz insanlarla bir arada yaşamak istemiyor, sanki bu durum onların suçuymuş gibi.
Sığınmacılar, tüm dünyanın ortak sorunu olmasına rağmen, hatta Orta Doğu’da yaşanan iç savaşların müsebbibi bizzat ABD, Rusya ve Avrupa ülkeleriyken, her zamanki gibi parayı veren düdüğü çalıyor. Ödemesini yapanlar, tüm dünyanın dışladığı, istemediği, yersiz yurtsuzlaştırılan ve savaştan kaçan Orta Doğu halklarını, bizim gibi ülkelere sürüyor. Lakin bu adı konmamış insan ticareti, yurdum aydını tarafından nedense hiç tartışılmıyor, normal karşılanıyor ve Avrupa devletlerini eleştirmekten imtina edenler, sadece ticaretin tek ayağını, yani Türkiye’deki iktidarın paragöz politikalarını konuşuyor. Oysaki halklar; ırkçılık, aç gözlülük, paragözlük, menfaatçilik karşıtı bir tutum takınıp, mazlumların ve masumların yanında, onları “sığıntı” durumuna düşürenlerinse karşısında durabilseydi, her şey farklı olacaktı.
Öte yandan Avrupa devletleri, gayet ırkçı ve ayrımcı bir politikayla sığınmacılar arasından eğitimli ve kalifiye bireyleri özenle seçerek ülkelerine kabul ediyorlar. Türkiye ise Avrupa Birliği ve İngiltere’nin ödediği ücret karşılığı, istenmeyen sığınmacıları kabul ederken, onlara barınma, beslenme, eğitim, sağlık ve iş imkanı sağlamıyor. Onları, kelimenin tam anlamıyla ortalığa salıverme yolunu seçiyor. Zaten kalifiye olmadıkları için Türkiye’ye “postalanan” sığınmacıların çoğu, kurtlar sofrasına düşerek güvencesiz ve sigortasız ucuz iş gücü oluveriyorlar. Bu şartlarda seçim yapabilme lüksüne de sahip değiller.
Türkiye vatandaşlığı; ikinci bir ayrımcılığa tabi tutulan, belli bir miktar dolar ya da TL karşılığı ülkede ev alabilen sığınmacılara kolayca verilirken, yoksul olanlar, kentlerin gettolarına itiliyor ve oralarda yaşam mücadelesi vermek zorunda bırakılıyor.
İktidarın uyguladığı “parayı al, sınırdan geçir, sonrasını boş ver” politikasından kaynaklanan sorunlar, bu aşamada kronikleşiyor. Güçlüye tepki göstermekten ve muktediri karşısına almaktan oldum olası hazzetmeyen halkımız, zayıfın ve mağdurun karşısında bir anda devleşerek nefret püskürtmeye başlıyor. Yaşadığı ekonomik sıkıntıların, kavuşamadığı demokrasinin hıncını mazlumlardan çıkarmaya, hatta bu sorunların sonucu olan insanları, neden olarak görmeye kadar işi vardırıyor. Durmuyor. Olabildiğince vasat, hatta cahilce denebilecek ırkçı söylemleri, demokrasi ve insan hakları mücadelesi veren, gerçeği görebilecek akla sahip insanlara da kabul ettirmek için onları zorluyor.
Ekonomik sorunlar ve demokratik talepler için asla bir araya gelemeyen kitleler, zayıftan gelen kan kokusunu alınca ve hedefin karşılık vermeyeceğinden emin olunca şehvetlenerek tarihî bir kenetlenme yaşayıp söylem ve eylemlerinin dozunu artırıyor.
Oysa gerçek ne? Orta Doğu’yu iç savaşların merkezine çeviren, halkların yaşamı ve düzenini altüst eden, yersiz yurtsuzlaştıklarında da ülkelerine zinhar almayarak aşağılayan Avrupa devletlerinin, kendilerini sorundan azade göstermesi ve Türkiye’nin, sınırları içine aldığı insanlara asla mutlu bir gelecek sunmaması. Kendi vatandaşları ekonomik kriz altında inim inim inleyen bir ülke, sığınmacılara ne sunabilir ki zaten?
Tabii besin zincirinin en altında yer almalarının sığınmacıları, orman kanunu çerçevesinde ve ezilen her kesimin de iştirak ettiği türlü türlü hakaret ya da ırkçı söylemin hedefi haline getirdiğini de unutmayalım.
Şu saydığımız tablodaki her bir veri, hem siyasi hem sosyolojik hem de psikolojik anlamda uzun uzun didiklenecek başlıklar. Fakat bir türlü anlatamıyoruz. İşin kötü yanı, anlamak, dinlemek isteyen de yok. Zira bizim ülkemizde huydur; herkes her şeyi çok iyi bilir. Dolayısıyla devletlerin politikalarını değiştirmediği, tüm dünyada sağcılaşma ve ırkçılaşmanın yükselişe geçtiği bir dönemde, bize de dinlemeye dahi tenezzül etmeyen, her şeyi bildiği için “düşmanlarını” şıp diye tespit edebilen kitlelere, sağduyu, erdem ve mantık telkin etmek düşüyor.
İki gündür yaşanan, Kayseri’de başlayıp birçok ile sıçrayan gerici eylemler ve ırkçılığa “vatanseverlik” kılıfı geçirerek alkış tutan, bu eylemleri körükleyenler de düşünülürse, çabalarımızın şimdilik karşılık bulamayacağı aşikar. Zira ülkede cehaleti, ırkçılığı engelleyebilecek, kendini aydın, ilerici, demokrat olarak tanımlayanlar dahi açık bir katliam provasına “vatandaş tepkisi” söylemiyle ve ağızlarından salyalar akıtarak destek oldu maalesef.
Aydının buysa, cahilin kim Türkiye? Hakikaten yazık, tek kelimeyle yazık.
Tuhaf ve tehlikeli gelişmeler
Kayseri’de yaşananlar birkaç açıdan tuhaftı. Bir çocuğa cinsel tacizde bulunulduğu iddiası, hatta nerede ve ne zaman çekildiği belli olmayan bir video dolaşıma sokuldu önce. Gelişmeler üzerine şüpheli, gözaltına alarak tutuklandı. Hem şüphelinin hem de mağdurun aile bireylerinden bir kısmı için ise sınır dışı etme işlemleri başlatıldı.
Fakat şüphelinin gözaltına alınmasına rağmen gelişen olaylar, tepki göstermeyi aşıp, ırkçı bir katliama doğru evrildi. Eğer yaşananlar sadece “küçük bir grubun” tepki ve eylemi olsaydı, günler süren olaylara emniyet güçleri kolaylıkla müdahale edebilirdi. Lakin gördüğümüz; yerel idareciler ve kolluk tarafından neredeyse olaylara yol verilmesi, ırkçı saldırıların önünün açılması ve küçük çaplı müdahaleler dışında seyirci kalınmasıydı.
1 Mayıs, 8 Mart veya onur haftası gibi etkinlikler söz konusu olduğunda ülkede neredeyse OHAL ilan edilirken, “küçük bir grubun” eylemi acaba neden bir türlü engellenemedi? Üstüne üstlük Kayseri valisi ve emniyet müdürünün açıklamaları olayların daha da büyümesine neden oldu. Vali acizmişçesine kitleye “Allah rızası için dağılın” şeklinde seslenirken, emniyet müdürü “Çocuk Türk değil, mesajınızı aldık.” gibi manasız söylemlerle güçsüzlük gösterisi yaptı ve ajite haldeki kitlenin şişinerek daha da azgınlaşmasına sebep oldu. Ne de olsa burası İsveç’ti ve zaten tüm kitle gösterilerinde kolluk kitleye ricada bulunur, acizce müdahale eder, kitleler ne derse o olurdu!
Gördüklerimiz, geçtiğimiz haftalarda emniyet görevlileri, Burger King ve Starbucks’a giren grupların önünden nasıl çekildiyse, Kayseri’de de aynı tutumun sergilenmesiydi. E ne oldu? Çığırından çıkan kitleler, Suriyelilerin kaldığı mahallelere yönelerek sığınmacıların iş yerlerini yaktı, arabalarını parçaladı, bazı dükkanların kasalarını soydu, zaman zaman evlerine dahi girmeye çalıştı, bazı evleri içlerinde insanlar varken ateşe verdi.
Şimdi, yaşadığımız cehennem gibi iki geceden sonra emin miyiz, bu olayların plansız ve kendiliğinden bir “vatandaş tepkisi” olduğundan?
Yakın tarihi unutmayın
Türkiye, bu tür gelişmeleri yakın tarihinde de yaşadı.
Tam da 2 Temmuz 1993’te yaşanan Sivas katliamının yıl dönümünü gösteriyordu takvimler. Adli bir suç bahane edilerek, suçsuz masum insanlara, evlerine, iş yerlerine ve araçlarına saldırmanın bir adım ötesi, o insanları linç etmek, diri diri yakmak değil miydi? Kim inkar edebilir?
6-7 Eylül 1955’te ve 6-7 Ekim 2014’te ne yaşadık, hatırlıyor musunuz? Çorum ve Maraş katliamlarında neler yaşandı, biliyor musunuz? Her daim bir bahanesi ya da çıkış noktası, aynı zamanda düşmanlaştırılan bir hedefi bulunan olaylar, tüm örneklerde katliamla son bulmadı mı? Yıllar sonra bu vakalar sorgulanırken kendiliğinden çıkmadıkları, planlı bir ateşlemenin varlığı değerlendirilmedi mi? Peki hal böyleyken ve her türlü olasılığın göz önüne alınması gerekirken, bu ülkenin ilerici ve aydınları nasıl ve neden bu katliam provasına destek verdi? Anlamak mümkün değil lakin tiksinmek mümkün.
Irkçılığı vatanseverlik sananlara şunu da belirtelim; 1978’de Alevi vatandaşlara yönelik düzenlenen Maraş katliamından hemen sonra, bu ülkede sıkıyönetim ilan edildi ve siyasi süreç bambaşka bir yere evrildi. Bu nedenle mercimek kadar aklı bulunanların ya da ırkçılığa teşne olanların dahi, bugün soğukkanlı ve sağduyulu davranması, yakın tarihi incelemesi, kriminal bir vaka üzerinden tüm Suriyelileri sorumlu tutarak hedef almaması şart.
Çelişkiler, çelişkiler
Trajikomik olan; ülkedeki ekonomik kriz ve hayat pahalılığı nedeniyle her Allah’ın günü yurtdışına gitme hayali kuran kesimlerin de, tepelerine bombalar yağarken can havliyle Türkiye’ye sığınanlara “vatan haini” demesi, hatta onlara vatanseverlik dersi vermeye kalkmasıydı. Oysa sığınmacılar savaştan kaçıyor, bu kesimlerse sadece para kazanmak, yaşam standardını yükseltmek gibi menfaatler için kendi deyimleriyle “sığıntılığa” özeniyordu.
Öte yandan mevzubahis Avrupa ülkelerine giden Türkler olsaydı ve misal Almanya’da mülteci bir Türk’ün işlediği suç yüzünden tüm Türklerin dükkan ve evleri yağmalansaydı, bunun adı ırkçılık olacaktı. Lakin Türkler, ülkelerindeki sığınmacılara saldırınca adı birden “haklı vatandaş tepkisi” diye belirlendi. Açık konuşalım; Almanların da çoğu ülkesinde Türkleri istemiyor, en fazla onlara katlanıyor fakat genellikle yakın ilişki ve dostluk kurmamaya çalışıyorlar.
Farkı şöyle belirtmek gerekir; Türk mültecilerin yaşadığı Avrupa ülkelerinde hukuk ve yasalar ırkçılığa müsaade etmediğinden, ırkçı bireyler bu tarz eylemler yapamıyor, sadece sosyal hayatta mültecilerle yan yana gelmeyerek tutum belirleyebiliyorlar. Türkiye’de ise şüpheli gerici kalkışmalar söz konusu olduğunda ne kolluk ne de hukuk varlık gösteriyor. Ne ırkçılığa karşı caydırıcı bir yaptırım ne de mağdurlar için sistemli bir güvence var.
Kitle psikolojisi
Bireyin; tek başına yapmaya cesaret edemediği, hatta şahsi mantığıyla etik olarak doğru dahi bulmadığı trajik ve canice eylemleri, kitle psikolojisi ve ajitasyonun etkisiyle kolaylıkla yapabildiğini, galeyan durumunda bireylerin ilkel benliğinin ortaya çıktığını ve topluca vahşileşebildiklerini, filozoflar yıllar önce çözümledi.
Bugün Sivas’ta, DEM Parti binasının önünden geçerken kıkırdayarak birbirlerine “Burayı da yaksalar ya” diyen üniversite öğrencileri bulunuyor halen. Kayseri’nin ise ırkçı bir kışkırtmaya kolaylıkla kapılabilecek sosyolojik temele sahip olduğunu, herkes az çok biliyor.
Demem o ki; iki gündür linç kalkışmalarına, canice saldırılara, katliam girişimlerine, gerici eylemlere alkış tutanlar, yarın aynı tavrın Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, LGBTİ+lara ya da sokak hayvanlarına yönelebileceğini asla unutmamalı ve ateşle oynamamalı.
Bu ülkeye yaşatılan cehennem gibi iki gecenin ardında kimler ve hangi planlar var, elbette araştıracak, sorgulayacağız.
Lakin unutulmaması ve herkesin hafızasına kazıması gereken en önemli şeylerden biri şu ki; tüm dünyada ırkçılık yükselse de, bu ülkede ırkçılığa, linçe, mazlumu katletmeye karşı çıkarken tek başımıza kalsak da, her daim mağduru, mazlumu korumaktan ASLA vazgeçmeyecek ve susmayacağız. Sadece kalabalık içinde kendini güçlü hisseden, sesi çok çıkınca haklı olduğunu sananlar ise tarihin karanlık sayfalarında utançla yerlerini alacak, yarın çocuklarının, torunlarının yüzüne dahi bakamayacak hale gelecekler. Seçim sizin.
Siyasal iktidar epeydir Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı müthiş bir aldırmazlıkla çiğneyip geçiyor.
AYM ve AİHM kararlarına anayasanın açık hükmüne rağmen uymuyor.
Bu hukuksuzluk dehşeti de her düzeyde tırmanıyor… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bir mütalaasında Yargıtay’ın kendi içtihadının yok sayıldığını gördüm geçenlerde.
Hayırlı bir gidişat değil.
***
2008 yılı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yayınlanışının 60. Yılıydı.
Basın tarihi üzerinden Türkiye’nin insan hakları karnesine daha da derinlemesine baktım.
Türkiye, 2008 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) yayınladığı rakamlara göre yurttaşları tarafından en fazla şikayet edilen üye ülkeler arasında Rusya Federasyonu’ndan sonra ikinci sıradaydı.
Bugün Rusya evrensel hukuk ile bağını tamamen kopardığı için AİHM’den de koptu.
O nedenle Türkiye 2024 yılında vatandaşları AİHM’e en çok baş vuran ülke konumuna “yükselmeyi” başardı.
***
2008 yılının anayasadaki hakların ihlali açısından farklı bir özelliği de var.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Maddesi “işkence yasağını” düzenliyor.
3. Madde’nin ihlal edildiğine dair kararların alınabilmesi için soruşturma aşamalarında usulüne uygun olarak hazırlanmış belgelere ve geçerli kanıt olabilecek adlî tıp raporlarına gerek var.
Geçmiş yıllarda yapılan 34 başvuru 2008’de karara bağlanmış ve 2008 yılında Türkiye 3. Madde’nin ihlalinde ilk sıraya yerleşmiş.
***
2008 yılı içinde AİHM, Türkiye’nin işkence yasağını 3 kez; insanlık dışı ve onur kırıcı muamele yasağını 30 kez ihlal ettiğine karar vermiş ve yine 3. Madde’yle ilgili olarak 24 davada Türkiye’nin “etkili soruşturma” gerçekleştirmediğine hükmetmiş.
İzleri devlet içinde kaybolan ihlaller nedense “etkin” soruşturulmuyor bizim ülkemizde.
Bugün de değişen bir şey yok…
Sedat Peker’in ifşaatına rağmen ne Kutlu Adalı’nın katilleri bulundu, ne de Sinan Ateş cinayeti etkin şekilde araştırılıyor.
***
“Cezasızlık” Türkiye’deki yönetim zihniyetinin alameti farikası.
Bugün iyice azmanlaşan bu durum 2008 yılında da revaçtaymış.
Nitekim Türkiye İnsan Hakları Vakfı Raporu, “Türkiye’de kural haline gelmiş olan cezasızlığa” 2008 yılından çarpıcı bir örnek veriyor:
“19 Aralık 2000’de gerçekleştirilen ve adına Hayata Dönüş denen cezaevlerine yönelik operasyonlarda ikisi güvenlik görevlisi olmak üzere 34 kişi yaşamını yitirmişti. Bu nedenle açılmış davalar 2008 yılında süre aşımına uğradı ve dosyalar kapatıldı.”
***
2022 yılının son haftasında yazdığım “Hayata Dönüş Katliamı ve medya rezaleti” başlıklı Basın tarihi yazısını şöyle bitirmiştim:
“Vahşet sonrasındaki yargı süreci de bir felaket… Onca insan diri diri yakılarak öldürülüyor ama ceza alan olmuyor. Öldürülenler suçlu ilan ediliyor.
Ne yaparsa yapsın hiç kimsenin böyle bilinçli bir şekilde öldürülemeyeceği, suçların ancak mahkeme kararlarıyla cezalandırılacağı tümüyle unutuluyor.
Hukuk bütünüyle bir kenara itiliyor.
Binlerce askerin cezaevlerini basması, insanları yakması, parçalaması, vurması bu ülkenin yargısı tarafından ‘doğal’ karşılanıyor.
Hukuk, devlet görevlileri tarafından işlenen suçları yargılayamazmış gibi davranılıyor… ‘Devlet görevlisiysen her türlü suçu işleyebilirsin’ inancı bir kez daha vurgulanıyor.
Türkiye’deki düzeni sağlıklı bir şekilde yeniden inşa etmek istiyorsanız muhakkak basın tarihine bakın.
Çürümenin tüm boyutları orada var.
Nelerin düzeltilmesi gerektiği de açıkça orada görülüyor.”
***
TİHV, 2008 yılında gözaltında ya da cezaevinde, şüpheli olarak nitelenen ölüm vakaları sayısının 47’ye ulaştığını vurguluyor.
Ve şu hatırlatmayı yapıyor:
“Engin Çeber adlı yurttaşın cezaevinde öldürülmesi üzerine, medyanın ve kamuoyunun duyarlılık göstermesiyle güvenlik güçlerinin yaşam hakkına yönelik şiddeti konuşulmaya başlandı.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Çeber’in ailesinden bir ilk oluşturarak özür diledi.”
***
2008 yılları medyasını tarayınca olumlu ve olumsuz birçok gelişmenin içine geçtiğini görüyorsunuz.
Örneğin TRT Kurdî, 25 Aralık 2008’de test yayınına başlıyor.
Kanal, 1 Ocak 2009’da Türkiye Radyo Televizyon Kurumuna bağlı olarak normal yayına giriyor.
Önemli bir adım olmasına rağmen ne yazık ki köklü bir demokratikleşmeye yol açmıyor.
***
2007 yılında gündeme getirilen yeni bir anayasa hazırlanması ya da mevcut 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi 2008 yılında da siyasal gündemdeydi.
Ancak kapsamlı ve köklü yaklaşım yerine, parçalı ve sınırlı bir adım ile yetinildi.
Rejim baki kaldı.
***
Nitekim 2008 yılında İstanbul’da 1 Mayıs gene yasaktı.
Halk gün boyunca ilan edilmemiş bir sıkıyönetim yaşadı. İşçiler, memurlar, avukatlar dövüldü, basın mensuplarının kolu kırıldı, olayların yakınından geçen yurttaşlar da bu şiddetten nasibini aldı.
74 kişi yaralandı, 2851 kişi stadyumda 1 gün boyunca resmi işlemleri yapılmaksızın gözaltında tutuldu, 4 kişi tutuklandı.
***
2008 yılına hukuksal gelişmeler üzerinden bakılınca teşhis net:
Demokratikleşme samba yapar gibi olmuyor, top yekün, baştan aşağı ve derinlemesine bir icraat istiyor.
Bu yapılmazsa hukuksuzluk devam ediyor.
Hukuksuzluğu yapanlar değişiyor ama hukuksuzluk her zaman varlığını koruyor.
Türkiye’nin yerel seçimlerinden sonra, Güney Kore’deki genel seçimlerde de, muhalefet “dönüm noktası” olarak adlandırılabilecek bir zafer elde etti. 10 Nisan’da gerçekleşen parlamento seçimlerinde, liberal muhalefet partileri ezici bir zafer elde ederek Başkan Yoon Suk Yeol ve onun muhafazakâr partisine büyük bir darbe vurdu. Muhalefet, her ne kadar “süper çoğunluğu” sağlayamadıysa da; muhalefetin elde ettiği çoğunluk, Başkan Yoon’u köşeye sıkıştırdı.
Ulusal Seçim Komisyonu’na göre, liberal-ilerici kanattan Demokrat Parti’nin (DP) ve uydu partisi, yeni meclisteki 300 sandalyenin 175’ini kazandı. Diğer bir liberal parti olan “Kore’yi Yeniden İnşa” da, 12 milletvekilliği elde etti. Meclis’in 254 sandalyesi, doğrudan oylama ise, kalan 46 milletvekilliği ise nispi temsil ie belirleniyor. Nisbi temsil için büyük partilerin oluşturduğu, “uydu partiler” başta olmak üzere bir çok parti yarışıyor. Emeklilerden balıkçılara, farklı kesimlerin oluşturduğu siyasi hareketler var.
Başkan Yoon “topal ördek” mi, “sizlere ömür ördek” mi?
Bu seçimlerin en önemli sonucu şu: liberal partilerin toplamı, 187 sandalye ile salt çoğunluk olan 200’e oldukça yaklaştı. Daha önce yazdığımız gibi, Güney Kore’nin bu seçimleri, Başkan Yoon’un geriye kalan üç yıllık görev süresine yönelik bir güven oylaması gibiydi. Ve Yoon, her ne kadar söz konusu olan başkanlık seçimleri olmasa da; kendisi için, “tamam mı”, “devam mı” referandumuna dönüşen parlamento seçimlerinden güç kaybederek çıktı.
Parlamentonun üçüncü partisi “Kore’yi Yeniden İnşa”nın sloganı, Yoon’un kalan dönem süresine atfen “Üç sene çok uzun” idi. Ve eğer ki, liberal partilerin salt çoğunluğu mümkün olsaydı; Başkan Yoon’un görevinden azledilmesi gündeme gelebilecekti.
Evet; Yoon’un üç senelik görev süresi daha var. Ama “Kore’yi Yeniden İnşa”nın lideri Cho Kuk’un iddiası, Yoon’un artık sadece “topal ördek” değil; “sizlere ömür bir ördek olduğu”.
Yoon, başkan olduğundan bu yana %30 ila %40 arasında seyreden düşük onay oranlarıyla mücadele etti. Kendisine yönelik en büyük eleştiriler, artan fiyatlar başta olmak üzere ekonomik sorunları çözmekteki başarısızlığına odaklanıyor. Ancak bunun ötesinde; politika öncelikleri konusunda muhalefet liderleriyle işbirliği aramamak ve kilit mevkileri eski savcılar ve ortaklarıyla doldururken, skandallara karışanları da görevden almamakla da suçlanıyor.
Eşi Kim Keon Hee’nin dahil olduğu skandallar da, Yoon’un popülaritesini düşürdü. Kim’in bir papazdan hediye olarak lüks bir çantayı kabul ettiğini gösterdiği iddia edilen casus kamera görüntüleri yayınlandığını da hatırlatalım.
Ayrıca, yolsuzluk iddiaları, büyük şirket ağları Chaebol’lerin siyasette artan etkisine yönelik algılar, yerel basına yönelik hakaret davalarında artış gibi gündem maddeleri de, Yoon’un yıpratan konulardı. Doktorların güçlü muhalefetine rağmen Yoon’un tıbbi reform yönündeki ısrarı da, gösterilere ve grevlere neden olmuştu.
Başarısızlık karşısında istifa dalgası
Kore’nin resmî haberajansı Yonhap’a göre, Başbakan Han Duk-soo, muhafazakâr Halkın Gücü Partisi’nin (PPP) uğradığı başarısızlığın ortaya çıkmasının hemen ertesinde istifasını sundu. PPP’nin lideri Han Dong-hoon da seçim yenilgisinin sorumluluğunu üstlenerek istifa edeceğini açıkladı. Han, “Halkın teveccühünü kazanmayan partimiz adına halktan özür diliyorum” dedi. Başbakan Han Duck-soo ve Yoon’un güvenlik konularından sorumlu olanlar dışındaki tüm üst düzey başkanlık danışmanları da istifalarını sundu.
Yoon’un başkanlık özel kalemi Lee Kwan-seop, Yoon’un seçim sonucuna yansıyan kamuoyu duygularını “alçakgönüllülükle kabullendiğini”; bundan sonraki çalışmalarında, insanların ekonomik durumlarını iyileştirmeye ve devlet işlerinde reform yapmaya odaklanacağını söyledi.
Gelelim muhalefet cephesine: DDP lideri Lee Jae-myung, “Seçmenler beni seçtiğinde, bu sizin Yoon Suk Yeol yönetimine karşı verdiğiniz karardı ve Demokrat Parti’ye halkın geçiminin sorumluluğunu üstlenme ve bizlere, daha iyi bir toplum yaratma görevini veriyorsunuz” dedi. Lee, başkent Seul’ün batısında, muhafazakârların kalesi kabul edilen Incheon şehrinde bir sandalye kazanmayı başararak, önemli bir bireysel zafer de elde etti.