Cumhuriyet’e doğru…
Bir ülkede yönetenler “basının görevini” tanımlıyorsa bu muhakkak büyük bir baskının habercisidir. O ağır baskı 1925’te ülkeye yerleşir
23.01.2019
Osmanlı İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkınca toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmeye başlanmıştı.
Ülke bütünlüğünü korumak için Kuva-yi Milliye, Misak-ı Millî sınırları içinde çok cepheli siyasî ve askerî bir mücadeleye girişti.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile başlayıp, işgal ve Kurtuluş Savaşı’nı kapsayan, 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile sona eren döneme Mütareke Dönemi diyoruz.
Mudanya Mütarekesi, Kurtuluş Savaşı'nın sonunda imzalanan mütarekedir. Osmanlı İmparatorluğu bu mütarekeyle beraber hukuken sona erdi.
Ardından da 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzaladı.
***
Mondros Mütarekesi ile Lozan Antlaşması arasında fiilen dört yıl süren (1919-1922) Türk Kurtuluş Savaşı esnasında İstanbul ve Anadolu'da yayımlanan gazete ve dergilerin siyasî tutumları daha önce de vurguladığımız gibi farklılaşır.
Bu dönem zarfında hem İstanbul hem de Anadolu'da çıkan gazete ve dergilerin önemli bir kısmı Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın yanında yer almıştı.
Mondros Mütarekesi şartları gereği işgal atında olan İstanbul basını, uygulanan sansür nedeniyle başlangıçta Mustafa Kemal Paşa, Kuva-yı Milliye, Millî Mücadele ve Türkiye Büyük Millet Meclisi konularında yazılara yer verememişlerdi.
Bazı gazeteler ise açıkça Millî Mücadele karşısında tavır almışlar, işgalci emperyalist devletlerin görüşlerini ve çıkarlarını savunmuşlar, halkı işgale karşı koymama hususunda ikna etmeye çalışmışlardı.
Bunlardan bazıları yabancı devletlerin manda idaresine girilmesini savunuyorlardı. Son iki yazımızda da gördüğümüz gibi bu tür gazetelere dönemin adından hareketle Mütareke Basını adı verildi.
***
İstanbul basınında Millî Mücadele’den yana olan önemli gazeteler Tasvir-i Efkâr, Vakit, İkdam, Zaman, Akşam, Tercüman, İstiklâl, İleri ve Yenigün’dü. Millî Mücadele’nin özellikle ilk yıllarında Anadolu harekâtını destekleyen İstanbul basını, işgal altındaki bir şehirde çok güç şartlar altında yayın hayatını sürdürmüştü. Bu yıllarda, İtilâf Devletlerinin baskı ve kontrolü, İstanbul hükümetinin basına uyguladığı sansür, gazetelerin serbest ve bağımsız hareketini önlemiş, onları birçok engellerle karşı karşıya bırakmıştı. Gazete sayfaları bazen boş sütunlar hâlinde çıkmıştır. Örneğin ağır sansür nedeniyle hiçbir İstanbul gazetesi, Erzurum Kongresi’nden söz edememiş, Sivas Kongresi kararlarına yer veren 5 Ekim 1919 tarihli İstiklâl gazetesinde de bu kararların büyük bir bölümü sansür sebebiyle çıkarılmıştı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Divan-ı Harbi’nin kararıyla idama mahkûm edilmiş, Dürrizade’nin fetvasıyla katlinin uygun olacağı duyurulmuştu.Resminin gazetelerde yayınlanması, adının yanında “Paşa” unvanının yazılması İstanbul hükümetince yasaklanmıştı. Bu yasağa uymayarak “Anadolu harekâtını idare edenler” alt yazısı ile Mustafa Kemal’in resmini basan 4 Temmuz 1920 tarihli Vakit gazetesi ile onun adının yanında “Paşa” unvanına yer veren 3 ve 4 Temmuz 1920 tarihli İkdam gazeteleri onar gün kapatılmış, sorumluları bir süre tutuklu kalmıştı.
Millî Mücadele’ye karşı olan İstanbul gazeteleri ise Peyam-ı Sabah, İstanbul, Alemdar gazeteleriydi.
Anadolu basınında da, Millî Mücadele’den yana olan önemli gazeteler İzmir’e Doğru, Açıksöz, Arkadaş, Yeni Adana, Albayrak, Anadolu, Babalık, Dertli, Işık, Öğüt, Emel, Ahali, İstikbal, İrade-i Milliye ve Hakimiyet-i Milliye’ydi. Gerek maddî sıkıntı, gerek dağıtım yolundaki düzensizlikler, gerekse kâğıt temininde karşılaşılan güçlüklere rağmen, Anadolu Basını sesini duyurmaya devam etmişti. Millî Mücadele yıllarında, yayınlanmış olan gazetelerin sayısı yüze yakındır.
***
Mustafa Kemal, Ankara’da da bir gazete kurmanın gereğini duyuyordu.
Bu gazetenin adı Hakimiyet-i Milliye olacaktı. Mustafa Kemal, gazetenin 10 Ocak 1920’de yayınlanan ilk sayısında niçin bu ismi verdiğini şu şekilde anlatıyordu: “Gazetemizin ismi takıp edeceği mücadelenin de nev’idir. Şu halde diyebiliriz ki, Hakimiyet-i Milliye’nin mesleği, milletin müdafaa-ı hakimiyeti olacaktır.”
Hakimiyet-i Milliye gazetesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını takiben, kurulan millî hükümetin sözcüsü ve resmî organı hâline gelmişti.
Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşımızla ilgili bütün hareketler, resmî bildiriler bu gazetede muntazaman yayımlanıyor, bu sûretle Anadolu halkı siyasî ve askerî olaylar hakkında gecikmeksizin bilgi sahibi oluyordu.
***
6 Nisan 1920’de Ankara’da Anadolu Ajansı’nın kurulmasıyla, haber alma konusunda yeni bir aşamaya geçilmişti.
Ajans haberleri devamlı sûrette Mustafa Kemal Paşa tarafından denetlenmiş, zamanında yerlerine ulaştırılması da, istihbarat subayları tarafından sağlanmıştı. Anadolu Ajansı haberlerinin gereken merkezlere günü gününe iletilmesinde gecikmeye sebep olan posta ve telgraf müdürlüklerinin dikkati çekilmiş, bu yolda müsamaha gösteren memurların vatana ihanet suçuyla cezalandırılacağı bildirilmişti.
Anadolu Ajansı günlük bildirilerinin Anadolu dışında İstanbul’a da düzenli olarak iletilmesi için Balıkesir’de 61. Tümen Komutanlığına, Mudanya Kaymakamlığına ve Bursa’da 14. Kolordu Komutan Vekili’ne kesin direktif verilmişti.
***
Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra da İstiklal Mahkemesi’ndeki ilk basın davası da söz konusu olur…
11 Kasım 1923’te Hüseyin Cahit Yalçın bir yazI yazar. Konu halifeliktir. Halifelik kurumu henüz yerinde duruyordur ama işlevsiz kalmıştır. Hüseyin Cahit yazısında şöyle der:
«Hilâfet bizden giderse beş-on milyonluk Türkiye Devleti’nin Islâm âlemi içinde hiçbir önemi bulunmayacağını, Avrupa siyaseti gözünde de en küçük ve değersiz bir hükümet yerine düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir dirayete lüzum yoktur. Milliyetperverlik bu mudur? Gerçek milliyet hissini kalbinde duyan her Türk hilâfet makamına dört elle sarılmak mecburiyetindedir.»
Halifelik kurumu esaslı bir tartışma konusudur. Halifeliği savunan epey insan vardır.
Örneğin, 10 Kasım 1923’te İstanbul Baro Başkanı, eski milletvekillerinden Lütfi Fikri halifeye seslenen bir mektubunda halifeliği savunarak halifenin asla görevinden istifa etmemesini talep etmektedir.
Halifeliğin desteklenerek güçlendirilmesini isteyen Hintli Müslümanlar’ın İsmet Paşa’ya gönderdikleri mektubunTanin, İkdam ve Tevhidi Efkâr gazetelerinde yayınlanması gazetecilerin İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmaları dönemini de başlatır.
***
Hüseyin Cahit Yalçın (Tanin), Ahmet Cevdet (İkdam), Velid Ebüz- ziya (Tevhid-i Efkâr), üç gazetenin yazı işleri müdürleri, Lütfi Fikri ve Hilafet Yaveri Ekrem bey ve ayrıca Adana’da hükümetin canını sıkan yazılar yazan eski milletvekillerinden Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemali de tutuklanır. Vatana ihanet suçuyla suçlanırlar.
Rejimin etkili milletvekillerinden Topçu İhsan beyin başkanlığında bir mahkeme düzenlenir. Topçu İhsan Başkan; Asaf, Cevdet İzrap üye; Vasıf Bey de savcıdır.
İsmet İnönü’nün Ankara Garı’nda Topçu İhsan Bey’e «Cahid’i mutlaka asacaksın» dediği söylenir.
Hüseyin Cahit Yalçın tarihsel bir savunma yapar:
«Bu memlekette Cumhuriyetin dayanakları birkaç yahut beş on zatı muhterem değildir. Cumhuriyetin dayanakları hak ve adalettir, kanundur. Kimden gelirse gelsin, millet zulümden, istibdattan nefret eder. Ben Cumhuriyetin dayanaklarını sağlamlaştırmak için bütün iyi niyetimle çalışıyorum. Biliyorum ki üzerime düşmanlıkları çekiyorum. Fakat ne yapayım, bir gazeteci için düşündüğünü söylemek vatan borcudur.»
Gazeteciler beraat eder, Hilafet Yaveri Lütfi Fikri ise beş yıla mahkûm edilir. Meclis 13 Şubat 1924’te bu cezayı affeder.
***
Duruşmadan sonra «Basın su ve ateş gibi bir unsurdur. Hem çok faydalı hem de çok zararlı olabilir. Yapılacak şey iyi ilişkiler kurarak faydalarını en yükseğe, zararlarını en aşağıya indirmektir» diyen İstiklâl Mahkemesi başkanı Topçu İhsan, hükümetle İstanbul basını arasındaki buzların çözülmesi için Atatürk’le gazete başyazarları arasında bir toplantı düzenler.
Toplantı 4 Şubat 1924’te İzmir’de yapılır. Toplantıya İkdam sahibi Ahmet Cevdet, Tanin başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, İleri başyazarı Celâl Nuri İleri, Akşam başyazarı Necmettin Sadak, Vakit başyazarı Mehmet Asım, Tercüman-ı Hakikat başyazarı Hüseyin Şükrü ve Vatan başyazarı Ahmet Emin Yalman çağrılır.
Tevhid-i Efkâr’ın başyazarı Velit Ebüzziya da davet edilmiş ama Atatürk «sabit ve geri fikirleri dolayısıyle onunla tartışmaktan bir sonuç çıkmayacağı kanısında» olduğu için kendisini istememiştir.
Atatürk ertesi gün, 5 Ocak 1924’te, İzmir’de nasıl bir basın istediğini şöyle tanımlar :
«Arkadaşlar, Türk basını, milletin gerçek seda ve iradesinin kendini belirtmesi şekli olarak Cumhuriyetin çevresinde çelikten bir kale vücuda getirmelidir, bir fikir kalesi, bir zihniyet kalesi… Basın mensuplarından bunu istemek Cumhuriyetin hakkıdır. Bütün milletin samimi bir birlik ve dayanışma içinde bulunması bir zarurettir. Umumun selâmet ve saadeti bundadır. Mücadele bitmemiştir. Gerçekleri milletin kulağına ve vicdanına gereği gibi ulaştırmakta basının görevi çok, çok önemlidir…»
***
Eğer bir ülkede yönetenler “basının görevini” tanımlıyor ise bu yaklaşım muhakkak büyük bir baskının da habercisidir.
Nitekim o ağır baskı 1925’te ülkeye iyice yerleşir.
Bu tarihte «Takrir-i Sükûn Kanunu» Meclis’e gelir. Bu bir terör yasasıdır.
Kanun Meclis’te tartışılırken Halk Partisi’nin ileri gelenlerinden Recep Peker şunları söyleyecektir:
«İstanbul gazetelerinin memlekette ne kadar müessese ve makam varsa hepsini tahribe geçtiğini görüyoruz. Şeyh Sait isyanının en birinci müsebbibi bunlardır. En başta Millet Meclisi olmak üzere bütün müesseselere saldırdılar. Bu kanunun teklif edilmesine de İstanbul basını sebeptir. Çünkü yayın ve telkinleriyle isyanın çıkmasına sebep olmuşlardır. İşte biz bu yılan yuvalarını tahrib etmek ve susturmak azmindeyiz. Bunları ezmedikçe vatan bir gün bile rahat edemiyecektir. Elimizdeki kanunlar bu tahrib araçlarını arayıp bulacak ve seslerini boğacaktır. Bu yılanlar, bu zehirli yuvalar, kanun kuvvetiyle dezenfekte edilmedikçe, memleketin rahat yüzü görmesi ihtimali yoktur. İşte bu sebeple bu kanunu Yüksek Meclisin kabul etmesi bir vatanî mecburiyettir.»
Toptan sessizlik dönemi başlamaktadır.