Kayıp cumartesiler
Çekirge sanki benimle yaşam arasına çekilmiş ince bir iplik gibiydi
05.12.2018
“Basın tarihi”nin peşinde Osmanlı’nın son günlerindeki hüzün verici toplumsal kaosunu yaşarken, “geleceğin basın tarihinin” en son halkasını oluşturan iki yıllık süreçteki Silivri günlerime, oradaki notlarıma da zaman zaman göz atıyorum.
Bunu yaparken, cumartesi günlerine denk gelen 3 ve 10 Aralık 2016 tarihli “notlarıma” rastladım… Bu iki cumartesiye denk gelen notları okuyunca onlara “kayıp cumartesiler” adını koydum. Bakın o notlarda neler yazmışım :
SİLİVRİ NOTLARI
3 ARALIK 2016, CUMARTESİ
Hafta içinde 7:30’dan önce kalkıyorum. Günlük gazete ve yorumlardan Türkiye’nin ve dünyanın nabzını kuyudan tutma çabası bu biraz da… Gazetelerin okunduğu sabah programlarını izliyorum.
Hafta sonu ise sabahları izlediğim televizyon programlarının ara vermesi nedeniyle, kalkma saatimi yarım saat ileri çekiyorum, bugün de öyle yaptım.
8:30’a doğru da avlunun kapısını açıyorlar, kapı açılınca kendimi avluya atıp gökyüzüne bakıyorum, soluklanıyorum, gün içindeki hava durumunu kestirmeye, sıradan yaşam ile ilişki kurmaya çabalıyorum.
***
Bugün, yaşam ile ilişki kurma çabasını kapı açılır açılmaz kendimi avluya atma refleksiyle sınırlamadım.
Hafta sonunun daha da sakin akan zamanına kendimi bırakarak, gazetelerin haber ve yorumlarından ziyade televizyonlardaki gezme, tozma ve daha çok da yemek programlarına demir atmaya giriştim.
Bunlardan biri, Türkiye’de evlenerek çok uzun yıllardır burada yaşayan iki yabancı aşçının Anadolu’yu dolaşıp, oralardaki kentleri tanıttıkları, yöre lezzetlerini tattıkları, hem de programın sonunda kendilerinin yemek yapıp, bu yemek tariflerini izleyiciye sundukları “Avrupa’dan Anadolu’ya” adlı program oldu.
Bu sabah Malatya’yı tanıtıyorlardı. Onlarla beraber Malatya mutfağını tadıp, Somuncu Baba türbesini de gezdim.
Hapishanede yaşamla ilişki kurup, hayata tutunmanın yöntemlerinden biri bana enerji vitamini gibi gelen bu gezi, yemek ve belgesel programları olacak gibi.
Sadece bunlar değil, haber bültenlerinin ana mecrasında yer alan sıkıcı siyasi ve acıklı acılar haberler dışında, kıyıya köşeye sıkışmış sessiz haberler de benim yaşamla ilgili çabama büyük katkı veren bir yaşam cephaneliği oluşturuyor…
Örneğin, bu sabah Danimarka’da sonuçlanan “Dünya Mimarlık Ödülleri”; her daim hızla koşarak yoluna devam eden teknolojik yenilikler; müzik dünyasıyla haşır neşir olanlara yol arkadaşlığı eden ve milyonlarca şarkıya erişmemizi sağlayan Spotify’da 2016’da en çok dinlenen ilk beş melodi haberleri de bu tür kıyıya köşeye sıkışmış haberlerdendi.
Mimariden müziğe uzanan bu yelpaze, bana bir maraton koşusunda en öndeki yarışmacının bir anlığına yanına ilişmişim gibi bir duygu yaşattı.
Çünkü esas bu kıyıya köşeye sıkıştırılmış haberler size hayatın hızlıca aktığını , çağın değiştiğini ve her şeyin farklılaştığını anlatıyor.
Mimarlık ödüllerinde Türkiye iki ödül almıştı, bunlardan biri Beyazıt Kütüphanesi’nin yenilenmesi, diğeri de “üçüncü havaalanı’’ projesiydi.
Dünyanın en çok dinlenen şarkılarından dünyanın ne kadar “genç” olduğunu hissettim. Ilık bir güneş altında deniz kıyısında yürür gibi keyiflendim.
***
10 ARALIK 2016, CUMARTESİ
Gözaltına alındığımızda 10 Eylül’dü. Bugün 10 Aralık, üstelik insan hakları günü, bizim “terör” ve “darbe” iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanmamızdan bu yana üç ay geçti, dördüncü aya başladık.
AB’nin “terörle mücadele yasası” üzerinde neden böyle ısrarla durup bu yasanın hukuk devleti sınırlarına çekilmesini istediğini hapishanede daha da iyi anlıyorum. Çünkü bu garip ve ürkütücü Terör Yasası’na dayanılarak tüm yazı çiziyle uğraşan düşünce insanları “teröre” bulaştırılmak isteniyor ya da bulaştırılıyor.
“Cebir ve şiddet” yok ama terör ve darbe suçlamasıyla karşı karşıyasınız, sivil bir faşizm hükmünü icra ediyor.
***
Bunları yazarken bir yandan da avluya bakıyorum. Bugün bahçeyi gene sevecen bir kış güneşi ısıtıyor. Yarın daha da sıcak olacak.
Silivri Cezaevi önünde basın örgütlerinin bir protesto gösterisi var.
Ancak bir yandan da günler akıp gidiyor.
12 gün sürdürülen gözaltı süresini bir yana koyarsam, üstünde çok durmadığım bir de tecrit maceram var.
22 Eylül günü tutuklanıp Silivri’ye gönderildim. 3 Ekim’e kadar tek başıma kaldım. Bunun sebebi neydi, ne amaçlandı, neden “tecrit” uygulandı, bilmiyorum.
O tecrit günlerinin hemen başında , odada “konuşabilen” tek muhatabım olan radyo “sonbaharın’’ başladığını söylüyordu.
Tarihler 22 Eylül’dü.
Şimdi 22 Aralık. En uzun geceyi yaşayacağız.
***
21. yüzyılda yolunu bulma zorluklarından dolayı ortaya çıkan maceralar, Orta Doğu’da çağ depremleri, biraz da bu altüst oluşun ittirmesiyle Türkiye’nin içine düştüğü korkunç durum sürüyo ; nasıl, ne kadar sürer, nasıl sonuçlanır, henüz belirsiz.
Ama 2016 yılı sonbaharı Silivri’de geçti.
Bazen günlük notların başına büyük bir iştiyakla oturuyorum, bazen de notlar rutinin kurbanı oluyor.
Kahvaltı, sabah televizyondan hayatı, ülkeyi ve dünyayı izleme gayreti, istibdat rejimini andıran baskının içinden “satır aralarını” okuma gayreti, ardından gelen gazeteleri sorgulama, günlük avlu yürüyüşü, yemek derken gün kendi yatağında kaybolup gidebiliyor.
Bazen birçok başlık gelip çengelime takılıyor ama çoğu zaman yazıya ve notlara yansımıyor.
Hemingway, Moleskine defterlerini sürekli yanında taşır, notlar alırmış, bu burada da işe yarayacak iyi bir yöntem.
***
Tecritte kaldığım odanın avlusunda terkedilmiş bir kuş yuvası vardı. Hapishane avlusunda bir kuş yuvası görmek beni şaşırtmıştı. Ancak hiç kuş geldiğini görmedim, zaten sonra tecrit bitti, üç kişilik yeni bir hücreye geçtim.
3 Ekim’den beri kaldığım yeni mekânın avlusunda böyle göçmen kuşlara yakıştırdığım türden bir kuş yuvası yok, bazen yükseklerden uçan kuşları nadiren gördüğüm oluyor.
Bazen de uçaklar görüyorum.
.
***
Durgunlaşmış hayat dikkati daha ziyade beton avlunun üzerinde yoğunlaştırıyor.
Tecritte kaldığım süreçte “volta atan” bir örümcek vardı. Odanın demir kapısına ağ kurduğunu görüp, usturuplu bir şekilde avluya çıkardım. Volta atarken sanki o da volta atıyordu.
Belki de hapishane hücresinde ağ kurmanın kendi için sakıncalı olduğunun farkına varmış, sürekli avluda yer değiştiriyordu.
Yeni hücremde ise bir çekirgeye rastladım. Gün batımı kapılar kilitlenip, küçük avluyla ilişkimiz kesildiğinde onu bahçede, tırmanmaya çalıştığı hapishane duvarında takılı bırakarak mecburen hücreye kapanırdım.
Sabah kapılar açılır açılmaz, avluya çıktığımda ilk işim çekirgenin peşine düşmek olurdu. Çekirge sanki benimle yaşam arasına çekilmiş ince bir iplik gibiydi.
Bazen çok yoğun bir yağmurun ardından, çekirgenin akıbetinden endişelenerek bahçeye fırlıyordum. Neyse ki çekirge hep hayatta kalmayı başarıyordu.
Ancak, bir gün, sırra kadem bastı. Bir sabah onu bulamadım.
Çekirgem yok olmuştu.
Dilerim özgürlüğü yakalamıştır.