Okumalar, Değinmeler-45: Babalar ve Bavulları

Ben, babam, memleket, İstanbul vs. konularında biraz daha genişten alıp tekrar yazmak istiyorum.

İLHAMİ ALGÖR

10.06.2023

P24 yazılarının kitap olabilirliği fikri belirip gelişince, yazıları gözden geçirdim ve “Nesneler Anlatabilirler” bölüm bitimine bir not bıraktım. (Bu cümle gelecekte kitap ile okur buluşunca anlam kazanacak).
 
Fresko Apartmanı adlı bir kitaptan söz ettim, kitabın arka kapak tanıtım yazısından bir paragraf paylaştım:
Fresko Apartmanı, Kuzguncuk’ta, birbirlerini hafızalarıyla var eden, birbirlerinin hayatlarına sığınan Kirkor’un, Rüya’nın, Eleni’nin, Ani’nin, Nadia’nın, Ali Turhan’ın, Bora’nın ve İsmail’in kavuşma alanı. Napoli’den İstanbul’a gelen Defne’nin araladığı tozlu tahta bavul Matilda’nın bahçesine, kimsenin bilmediği kırık bir aşk hikâyesine, bu aşka duyulan saygıya, 6-7 Eylül olaylarına ve yurdundan kovulan Rumlara açılıyor.”
 
Kitabı, nesne olarak “tahta bavul” ve 6-7 Eylül 1955’in edebiyatta yer alması takıntım nedeniyle okumak istediğimi yazmış: “Kimbilir, belki buradaki tahta bavul’u, Sergey Dovlatov’un ‘Bavul’una bağlarım” demiştim.
 
“Tahta Bavul”un 6-7 Eylül’ün vahşetine dair anlattıkları, yazarın sakin, abartısız diline rağmen benim için çok ağır. Aktarmayacağım. Sergey Dovlatov’un “Bavul”una geçeceğim. Dovlatov’u tanımıyorum. Kitabın kapağını açtım, yazarın hayatına dair bilgileri okudum.
 
Sergey Dovlatov, 1941 doğumlu. Ailesi Leningrad’dan (St. Petersburg) sürülmüş. Baba Rus Yahudisi, tiyatro yönetmeni. Anne Ermeni, tiyatro oyuncusu. Sergey, büyümüş, okumuş, askere gitmiş, gelmiş, Gazetecilik Fakültesine girmiş, öyküler yazmaya başlamış, Gorozhane olarak bilinen yazarlar birliğine katılmış.
 
“Gorozhane de nedir?” diye merak ettim, bakındım, bir şey bulamadım. Son anda Behçet Çelik’in imdadıma yetişti. Behçet Çelik’in yazısı, çölde vaha gibi geldi bana.
 
Behçet Çelik, Gorozhane’ye dair şunları aktarıyor:
“Bu dönemde (Kruşçev dönemi, baskı dönemi sürmekle beraber edebiyat alanında bahar rüzgârlarının esmeye başladığı zamanlar) SSCB’de bir araya gelen yakın fikirler paylaşan edebiyatçıların oluşturdukları topluluklar hayli yaygındır. Bunlardan biri de Gorozhane [şehirciler/urbanistler] grubudur. Modernist ve sofistike bir edebiyat arayışındaki ‘Yeni Nesir’in içinde anılan küçük bir topluluktur bu. (…) Gorozhane grubunda dört yazar vardır, pek bilinmeyen beşinci üyesiyse Sergey Dovlatov’dur. Askerden döndüğünde bu gruba çağrılır ve ittifakla kabul edilir. Ne ki, Dovlatov’un biyografisinin tipik özelliği burada da kendisini gösterir, tam Gorozhane’ye girdiği sıralarda grup dağılır.”
 
“Dovlatov’un biyografisinin tipik özelliği” ifadesinden anladığım, “Ağustos’ta suya girsem balta kesmez buz olur” gibi bir bahtsızlık durumudur. Netekim “bahar rüzgarları” kısa sürmüş.
 
 “…Dovlatov öyküler yazmaya devam ettiyse de yazdıkları Sovyet dergilerinde yayımlanmadı. İlk öykü kitabı Nevidimiya Kniga’nın (Görünmez Kitap) prova baskıları KGB emriyle toplatılıp imha edildi.”
 
Hakikaten kitabı görünmez kılmış KGB. Yine de yazdıklarını kaçak basan ve el altından yayan direngen insanlar varmış.
 
“Bavul”un hikâyesine gelelim. Bir tembel olduğum için Behçet Çelik’in ifadesini alıntılayacağım:
“Bavul’un başında sadece tek bir bavulla ABD’ye giden anlatıcının yıllar boyunca bu bavulu açma ihtiyacı duymadığını öğreniriz. Bir anlamda, ‘her şeye sil baştan’ başlamış, ‘geçmiş yaşamına dair ne var ne yoksa’ onlardan kurtulmuş gibidir. ‘Gibidir’, çünkü romanın devamı, belirttiğim üzere SSCB’den hatırladıklarıyla, anılarıyla doludur – maddi olarak kurtulmuşsa bile manevi olarak kurtulamadığını, kurtulmak da istemediğini anlarız; hatırladıkları çok tatlı anılar değildir, saçmalıklar, baskılar gırladır.”
 
“Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü” lafının “bavul” versiyonu diyebilir miyim?
 
*
 
“Bavul” dedikçe, Orhan Pamuk’un Babamın Bavulu’nu hatırlıyorum. Pamuk, 2006 yılında Nobel Ödül Töreni'nde “Babamın Bavulu” başlıklı bir konuşma yaptı. Bu konuşma metni daha sonra İletişim Yayınları’nca (Pamuk’un diğer iki ödül kabul konuşmasıyla birleştirilerek) basılı hale getirildi.
 
Kitap tanıtım sayfasından kısaca aktarıyorum:
“Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana.” (…) Pamuk'un otuz iki yıllık yazarlık çabasının ruhunu içtenlikle yansıtan bu duygulu konuşma, bütün dünyada derin yankılar uyandırdı. (İletişim Yay.)
 
Kaçınılmaz olarak babamı hatırlıyorum. Babam da Avrupa görmüş biridir. Kaçak işçi olarak 1960’lı yıllarda Almanya’ya, Hamburg’a gitti. 27 Mayıs 1960 askeri darbesine kadar, İstanbul’da Haliç kıyısında Unkapanı-Eminönü arasında meyve-sebze hali vardı. Kendi çapında gezegen gibi bir yerdi. 1.5 milyon nüfuslu İstanbul’un, Avrupa yakasının meyve sebze ihtiyacını karşılardı. Hal gezegeninin bir kenarında babamın köfte tezgahı vardı. Hayal meyal hatırladığım tek bir kare var. Ters çevrilmiş meyve sandıkları uç uca uzun bir sıra halinde dizilmiş, adamlar oturmuş, sandıkların üzerinde köfte yiyorlar.
 
Demokrat Parti, mezarda yatanları bile parti üyesi olarak kaydetmişti. Babamı da kaydetmişler. 27 Mayısçılar “vay sen DP’lisin” diye babamın tezgahını bozmuşlar. Sanırım tezgahı bozulduktan sonra Almanya’ya gitti. Çok sürmedi, altı ay sonra geldi. Annemi özlediği şeklinde bir şeyler kalmış kulağımda. Babamı kapıda karşıladığımızda gri twit bir ceketi vardı ve bıyıksızdı.
 
Babamdan daha önce iki kez kısaca söz etmiştim. Burada tekrar etmek istiyorum:
“Şimdi müsaadenizle ben size Dersim ‘primitifleri’ne dair babamdan bana intikal etmiş bir detay aktaracağım. Babam, rahmetli Mustafa Bey, nam-ı diğer ‘köfteci Mısto’, kabaca 1920-25 arası Dersim, Ovacık doğumlu. Bana anlattığı detay ise şu: ‘Yaşlı adamlar kadınlar, sabahları gün doğumunda, gün ışığının ilk vurduğu kayaları/ağaçları öpüyorlardı. Ellerindeki siyah bir ipe düğümler atarak.” (Kürdün Nesne Hâli)
 
Ve:
“…Belki babamdan da söz ederdim: ‘Babamın babası köyde ev yaparken tavan çökmüş ve merteklerin altında kalmış ölmüş. Anasını amcası almış. Bir süre sonra anası da ölmüş. Nenesi babamı sırtına alır kapı kapı dolaşırmış. Annem bu dolaşmayı dilenmek olarak yorumluyor. Zaman 1938 öncesi. Mekan Dersim Ovacık’ın bir köyü. Kaç hane, kaç kapı olabilir ki? Sormadım, cevabı annemin de bildiğini sanmıyorum. Ovacık köylerinin, Erzincan ova köyleri gbi çok haneli olmadığını biliyorum.” (Teselliyi Eşyada Aramak)
 
Ben, babam, memleket, İstanbul vs. konularında biraz daha genişten alıp tekrar yazmak istiyorum. Bunu bir sonraki yazıya bırakacağım.
 
Selam sevgi ile
 
—–
Kapak Görseli: Peter H. (Pixabay)