“Siyasi komiser” özentileri ya da ideolojik kazmalık
Kendi kendilerine ideolojik zabıta rolü vehmetmiş kişi ve çevreler, “barış” sözcüğüne de fena halde gıcık kapıyorlar. Kurulu düzeni zorlayacak herhangi bir “devrimci” ve de “sınıfsal” mücadele güçleri, mecalleri ve gündemleri yok. Neredeyse bütün enerjilerini Kürt hareketine odaklanmış olarak harcıyorlar

07.03.2025
Biliyorsunuz ya da bilmiyorsanız da benden duymuş olun; eski Sovyet sisteminde “siyasi komiserlik” adında, “parti çizgisini korumak ve temsil etmek” ile yükümlendirilmiş bir yapı vardı. Partinin “çizgiye hâkim” deneyimli mensupları, başta parti tarafından öncelikle önem verilenler olmak üzere hemen bütün alanlarda görevdeki yöneticilerin yanı başında işlerin parti ve sosyalizmin çıkarlarına uygun yürütülüp yürütülmediğini denetlemekle görevli idiler. O alandaki çalışmalarla ilgili teknik veya mesleki manada herhangi bir bilgileri, becerileri, donanımları olmasa da “çizgi” adamı oldukları için asıl yetki bu komiserlerdeydi.
Misal, mühendislik bilgisi, deneyimi gerektiren bir alanda mühendislikle ilgisi olmayan ama “Bu iş bir senede bitecek!” şeklinde talimatlandırılmış bir komiser, işi yürütenlerin bu hedefi tutturmalarını sağlamak için son derece gaddar, ceberrut bir yönetici profili sergilemekten geri durmazdı. Bu uğurda “vatana ihanet” gibi bir suçlamayla mühendislerin kendilerini idam mangası önünde bulmaları işten bile değildi. Aynı akıbet, pekâlâ komiser için de söz konusu olabilirdi tabii ki; “kendisine verilen yetki ve görevi layıkıyla yerine getirmediği için…”
Bu siyasi komiserler görevlendirildikleri alanlarda bir tür ideolojik jandarmalık rolü oynarken, hedeflerin tutturulmaması ihtimaline binaen heybelerinde parti ideolojisinin “düşman” bellediği kullanışlı argümanlar bulunurdu. Stalin döneminde ve hatta Gorbaçov dönemine değin Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) komiserlerinin “başarısızlık” durumunda dillerine doladıkları en gözde gerekçe, sürpriz yok, “kadroların yetmezliği” ve ideolojik olarak da “Troçkizm” idi. Verilen işi zamanında ve gereği gibi yerine getirmemişsen, bu, “Troçkist bir sapma” olarak yaftalanabilir ve bu suçlamanın muhatapları ağır cezalara çarptırılabilirdi. Eğer konunun önemine göre politbüro kaleminizi kırmışsa, “Ne Troçkisi yoldaşlar? Elimden geleni yaptım, olmadı işte” türü savunmalar da işe yaramazdı.
Sadece Troçki de değil; bilenler bilir, bilmeyenler de küçük bir Google taramasıyla öğrenebilir: Stalin döneminin en kanlı tasfiyesi, 1936 Moskova yargılamaları ile gerçekleşmiştir. Bu yargılamaların sanıkları Zinovyev, Kamanev, Radek, Buharin, Rikov gibi Bolşevik devriminin ve partinin önde gelen kadrolarıydı; kimisi Alman ajanı, kimisi İngiliz ajanı, kimisi gizli veya açık Troçkist, kimisi de Japon ajanı olmakla itham edilerek öldürüldüler. Bu suçlamalar ve “itirafçıların itirafları” tabii ki palavraydı. Olsun, mühim olan parti çıkarları ve “ulu önderin” olası rakiplerinden kurtulması, kendini güvende hissetmesi idi tabii…
Siyasi komiserlik ve parti içinde tasfiyecilik, bir Leninist parti geleneğidir. PKK tarihinde ve pratiğinde de yoğun izdüşümleri vardır. Doğrusunu isterseniz Kürt hareketinde bu “siyasi komiserlik” uygulama ve pratikleri olduğunu görmek, bana hayli ilginç ve şaşırtıcı gelmişti. Ama bu başka bir konu; benim bu girizgâhı yaparak sözü getirmek istediğim konu, Türk solundaki “komiserlik” merakı…
***
Köprünün altından çok sular aktı, hatta köprünün kendisi de akan suların altında kaldı ama bazıları hâlâ geçen yüzyıldan kalma köhnemiş ve hayatta herhangi bir karşılığı bulunmayan düşünce kalıplarıyla, çoğu zaman boylarını poslarını ve hadlerini çok aşan bir ideolojik “keşişlik”, “komiserlik” rolüyle; farklı bir düşünce beyan eden, değişimden, dönüşümden bahseden herkese, eğer sol ile bir temasları varsa, ayar vermeyi “iş” biliyorlar.
Kuşkusuz komik oluyorlar. Aynaya bakacak olsalar, ne denli cüce ve ucube olduklarını görecekler; o yüzden aynaya bakmıyor, saldırgan bir dilin ardına saklanarak gerçeklerini gizlemeyi başardıklarını düşünüyorlar…
Abdullah Öcalan’ın örgütü feshetme çağrısı yaptığı açıklamasında gerekçe olarak öne sürdüğü argümanlar (Özellikle şu paragraf: “Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır. 1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nın anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.”), bazısı kendisini “komünist” olarak lanse eden “sol” tandanslı kesimler tarafından, en hafifi “PKK sol, sosyalist değildi ki zaten” şeklinde tepkilerle karşılandı.
Bu kendi kendilerine ideolojik zabıta rolü vehmetmiş kişi ve çevreler, “barış” sözcüğüne de fena halde gıcık kapıyorlar. Alerjileri var. Kurulu düzeni zorlayacak herhangi bir “devrimci” ve de “sınıfsal” mücadele güçleri, mecalleri ve gündemleri yok. Neredeyse bütün enerjilerini Kürt hareketine odaklanmış olarak harcıyorlar ve özellikle “değişim, dönüşüm, barış” türü sözcükler gündeme geldiğinde derhal olağanüstü mesai pozisyonuna geçiyorlar.
Kürt hareketini “sol” veya “sosyalizmden” uzak görüyorlar, mücadelesini desteklemiyor, “Kürt milliyetçilerine destek vermek zorunda mıyız!” diye kendi kendilerine celalleniyorlar; bir “barış” ihtimali belirdiğinde ise, hiç bilmedikleri, anlamadıkları, bilmeye de anlamaya da çalışmadıkları halde savaş çığırtkanlığı yapıyorlar: Faşistlerle barış olur mu! Emperyalistlere sırtını dayayarak barış olur mu!
Savaştan anlamadıkları gibi barıştan da anlamıyorlar zaten. Düşünmüyorlar da; yahu barış savaşan taraflar arasında olur, kiminle barış yapacaksın yoksa? Belki de “barış” kavramına tamamıyla karşılar; “sürekli devrim” peşindeler diyeceğim ama bu kez de “Sen bize Troçkist mi diyorsun?” diye kızacaklar. Malum, bu türler için Troçkist olmakla suçlanmak çok ağır bir hakaret ve suçlamadır.
Aslına bakarsanız sözcüğün herhangi bir bağlamında böylelerinin “devrim” ve “devrimcilik” ile de bir alakaları yok. En büyük, en önemli “devrimci” faaliyetleri sosyal medya üzerinden “siyasi komisercilik” oynamak…
Bir de bunların bir “emperyalizm” takıntıları var. Kürt hareketini hemen her döneminde “emperyalizm” ile ilişkilendirmekten tuhaf bir haz duyuyorlar. Bu görüşlerinin herhangi bir dayanağı olup olmaması, önemli değil, önemli olan slogan atmak. Gündemde PKK’nin kendini feshetmesi var ve bu ne tür bir “emperyalist” oyun, bilemiyoruz.
(Rojava’da Kürt güçlerinin ABD’den askeri –ve siyasi- destek gördükleri bilinen bir şey, eğer kastedilen o ise. Ortadoğu dengelerini, iç içe geçmiş grift ilişkilerini bilmeyen için oturduğu yerden “sallamak” kolay tabii…)
Bunlar “ulusolcu” kişi ve çevreler. Kendilerini “komünist” olarak niteleyip Kemalist bir zırh kuşanmış olarak bildiğiniz milliyetçilik, pardon “ulusalcılık” yapıyorlar. Marksist-Leninist jargonda bunlara “sosyal-şoven” deniyor, ben “ulusolcu” diyorum; ideolojik ucubeliklerini daha iyi ifade ediyor…
Sol veya solcu olmak için kimsenin kimseden, hele ki bu tür kerametleri kendinden menkul “siyasi komiser” özentisi kazmalardan icazet alması mecburiyeti yok. “Barış” gibi hayati konular için de öyle…
Şunu da eklemeliyim: Kürt sorunu, barış ve bu bağlamdaki tartışmalar, doğrudan veya dolaylı herkesi ilgilendirir. Herkesin kendi hassasiyetlerini yansıtarak bu tartışmalara kendi görüşleriyle, talep ve beklentileriyle, sorularıyla, eleştirileriyle katılması son derece doğaldır, normaldir, dahası gereklidir. Ama hotzotçuluk yapmak, jandarmalık yapmak, bir numarası olmadığı halde tepeden, üstten bir dille saçmalamak, tamam, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilir ama doğru bir tartışma üslup ve yöntemi değildir, daha doğrusu “tartışma” değildir…
Sol öğretinin evrensel normları vardır. Bunlardan biri de “ulusalcı” olmayı reddetmek, aşmaktır. Eski TKP’nin son Genel Sekreteri Nabi Yağcı’nın şu özeleştirisi üzerinde düşünmeyi bu “ulusolcu” kişi ve çevrelere ev ödevi olarak veriyorum.
“…Tarihin gerçek dilini çözdüğümde görüyorum ki, biz dün farkına varmadan ‘Türkiye Komünist Partisi’ değil ‘Türk Komünist Partisi’ olmuşuz. Oysa komünist olmanın ayrıksı yanı en başta enternasyonalist olmasıdır. Hem enternasyonalist hem ulusalcı olunamaz, olunursa da komünist olunamaz. Bu nedenle dünün TKP genel sekreteri ve aynı zamanda bir Türk olarak geriye dönüp Kürt halkından, Ermeni halkından, bu topraklarda soykırıma, tehcire, asimilasyona, baskıya ve tenkile (yok etmeye) uğramış bütün halklardan özür diliyorum. Türk halkından da özür diliyorum, zira bütün halklar özgür olmadan halkım da özgür olamazdı. Ve ancak şimdi, bu yüzleşmeyle kendimi gerçekten komünist olarak hissediyorum. Bir komünist dindar olabilir, başka şey de olabilir ama asla milliyetçi/ulusalcı olamaz.” (Elele Özgürlüğe / Zarlar Atıldı Geri Dönüş Yok, Belge Yayınları, 2018)
***
Bu ideolojik kazmalığın değişik tonlarda sağ cenahtan can çekişircesine feryat eden başka versiyonları da var tabii ki. Onları da yazarım bir gün. Ama bir süredir Diyarbakır’dayım. Haftaya bölgeden “süreç” ile ilgili tespit ettiğim, gözlemlediğim, dinlediğim görüş ve izlenimlerimi paylaşacağım.
— 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadına yönelik şiddet, ayrımcılık başta olmak üzere bu alandaki sorunlarımızı aşmamıza vesile olsun. Yolumuz kadınların yolu olsun ve şiarımız da Jin! Jiyan! Azadi!…