Umberto Eco, Efsanevi Yerlerin Tarihi
Efsanevi topraklar ve yerler çeşitli türlerden olup ortak tek bir özellikleri vardır: İster kökeni çağların karanlığında yitip giden çok eski efsanelere bağlı olsunlar, ister modern bir icadın ürünü, bu topraklar ve yerler çeşitli inanç hareketleri yaratmıştır
17.02.2024
“Jül Vern Seyahat Acentesi” başlıklı bir yazı dizisine başlayacaktım. Son anda “Efsanevi Yerlerin Tarihi”ni araya sokmak istedim. İnsan canlısının zihnine dair kabaca bir fikrimiz olsun istedim. 19. Yüzyıl’ın ”iyiniyetli” insanı bile henüz önceki yüzyılların zihniyetinden sıyrılamamış demek istiyorum.
*
U. Eco, yukarıda, başlıkta adı yazılı olan kitabını, önsözünde şu cümlelerle takdim eder:
“Bu kitabın konusu, efsanevi topraklar ve efsanevi yerlerdir: topraklar ve yerler, çünkü kimi zaman Atlantis gibi sözcüğün gerçek anlamıyla kıtalar, kimi zaman da ülkeler veşatolar (…) burada biz, birçok insan yaşadıkları dönemde ya da daha önce bir yerlerde var olduğuna gerçekten inandıkları için düşlere, ütopyalara ve yanılsamalara yol açan topraklar ve yerlerle ilgileneceğiz.”
Umberto Eco, bu sakin, yumuşak girizgâhtan sonra 15 makale ile bizi “allah akıl fikir versin” diyebileceğimiz bir dünya ile tanıştırır. Makalelerden bazıları şunlardır:
Düz Yeryüzü ve Antipodlar – Kutsal Kitap’ın Toprakları – Homeros’un Toprakları ve Dünyanın Yedi Harikası, Büyük İskender’den Rahip Johannes’e, Harikalar Diyarı Doğu – Yeryüzü Cenneti Mutlular Adası ve Eldorado – Atlantis, Mu ve Lemurya – Kutsal Kâsenin Göçleri – Alamut Dağın Yaşlısı ve Haşhaşiler, Bolluk Ülkesi, Ütopya Adaları….
Eco, önsöz metnini şöyle bağlar: “Kısacası, efsanevi topraklar ve yerler çeşitli türlerden olup ortak tek bir özellikleri vardır: İster kökeni çağların karanlığında yitip giden çok eski efsanelere bağlı olsunlar, ister modern bir icadın ürünü, bu topraklar ve yerler çeşitli inanç hareketleri yaratmıştır. Bu kitapta, bu hayallerin gerçekliği ele alınıyor.”
Alt başlıkların nelerden söz ettiğini aktarmak isterdim ama çok zengin, derya deniz yazılar bunlar. Özetlemek beni aşar, yazıların lezzetini zedeler ve yazarın zekâsına saygısızlık olur. Fakat minik alıntılar yapabilirim.
Ortaçağ Haritaları
“Ortaçağ büyük yolculukların çağı olmakla birlikte, uygun haritalar çizme olanağı yoktu, çünkü yollar bakımsız ve harap haldeydi, ormanların içinden geçerek yol almak, su yollarını belki de o dönemin kaçak yolcu taşıyıcılarından birine güvenerek aşmak gerekiyordu. Haritalar, Santiago de Compostela’ya giden Hac Yolcuları Rehberi’ndeki bilgiler gibi, sadece yol göstericiydi ve aşağı yukarı şöyle diyorlardı: “Roma’dan Kudüs’e gitmek istiyorsan, güney istikametinde ilerle ve yolda birilerine danış.
…Ortaçağ haritaları, bilimsel bir işleve sahip değildi, halkın efsane isteğine karşılık veriyordu. Demek istediğim, bugün kuşe kâğıda basılı dergilerin bize uçan dairelerin varlığını göstermeleri ve televizyonda bize Piramitleri uzaylı bir uygarlığın yaptığını anlatmaları ile aynı işlevi görüyorlardı.” (Düz Yeryüzü ve Antipodlar)
Sultan Süleyman’ın Tapınağı
“…geçmişte bir biçimde gerçek bir yer olan Süleyman Tapınağı, efsanevi hale gelmiş ve sonraki yüzyılların bütün çabaları, onu yeniden bulmaya değil, en azından hayal dünyasında yeniden kurmaya yönelik olmuştur. Üç dinin inananları bugünbile Kudüs’e, Tapınağın bulunduğu alana gidiyorlar, sanki Tapınak hâlâ varmış gibi: Yahudiler, Titus’un yıktığı Hirodes tapınağının son kalıntısı olan Ağlama Duvarı’nın önünde dua ediyorlar, Hristiyanlar dikkatlerini Kutsal Mezar üzerinde yoğunlaştırıyorlar, Müslümanlar hâlâ tam olan ve İ.S. 7. yüzyılda Kubbetü’s-Sahra olarak inşa edilen Hz. Ömer Camii’ne gidiyorlar; oysa Birinci Tapınak sonsuza dek yitip gitmiş durumda.” (Kutsal Kitap’ın Toprakları)
Ben,“hayal dünyasında yeniden kurma” enerjisi ve ihtiyacı ile ilgiliyim. Bu nedenle “Süleyman” konusunu Stefanos Yerasimos’dan alıntı ile açacağım. Sonra yine “Efsanevi Yerlerin Tarihi”ne döneriz.
(…) “Süleyman yeryüzü iktidarının ilk timsalidir ve bu yüzden iyilikle kötülüğün sınırında yer alır. Onu, Tanrı’nın ona verdiği yetkilerin sınırını aşıp şeytanların verdiği güçlere kapılmağa iten de elindeki iktidarın eksiksizliğiyle onu kullanmadaki mükemmelliği ve bilgeliğidir. Ancak bu durumda soruyu şöyle sormak gerekir: İktidar, Tanrı vergisi midir yoksa şeytan vergisi mi?”
(…) “İmparatorluğu savunanlar burada bir sınır olduğunu söylerler: İktidarın ortaya çıkması ve sürmesi için Tanrı’nın daima devreye girmesi gerektiğinden, onlara göre iktidarın kaynağı Tanrı’dır; ancak, nesneler, formüller, törenlerle cisimleşen iktidar, sebep ve sonuç arasında doğrudan ve kendiliğinden bir ilişki doğurduğu için de şeytani bir nitelik kazanır. İmparatorluk karşıtları ise bu soruya, her iktidarın şeytanî olduğu cevabını verirler.”
(…) Hem Tanrı’nın gücünün yeryüzündeki karşılığı olarak İmparatorluğu hem de Tanrı’nın iktidarı ile insanların iktidarı arasındaki çelişkiyi simgeleyen nesne ise, Tanrı’nın yeryüzündeki simgesi olan, ama insanlar tarafından yapılan tapınaktır. Tapınak, iktidarını insanlara terk etmek zorunda kalan Tanrı’nın yaldızlı hapishanesidir.”
Burada devreye İslam giriyor:
“Kuran’a göre cinlerin Süleyman’a boyun eğmesi aksi düşünülemeyecek bir durumdur. Çeşitli yapı işlerinde ve inşaatta çalışırlar. Gene de bunu sağlayan, Tanrı’nın izni ve iradesidir. Daha eski metinler bundan farklı bir şey söylemeseler de Kuran, Süleyman imgesinin Tevrat sonrası Yahudi geleneğinde uğradığı yıpranmaya son vermiş ve onu yeniden eski değerine kavuşturmuştur. Sonraları da gerekli ya da yararlı görüldüğü zaman Müslüman geleneği Süleyman’ı imparatorluk projesinin simgesi yapacaktır.” (S. Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, İletişim Yay., “Hz. Süleyman’ın Öyküsü, Kahramanın Efsanedeki Evrimi”)
Alıntılara kendimce cümleler eklemiyorum. Kara kelimeler benim adıma da konuşuyorlar. “Efsanevi Yerlerin Tarihi” ne devam edelim.
Büyük İskender’den Rahip Johannes’e, Harikalar Diyarı Doğu
“…Büyük İskender’in fetihleriyle Yunanlılara İndus Vadisi’ne kadar (Afganistan’ın doğusu/ötesi) yeni yollar açılmıştı. İskender’in deniz komutanı Nearkhos, İndus deltasından Basra Körfezi’ne uzanan bir rotayı kullanıma sokmuş ve daha sonra Hellenistik etki daha ötelere yayılmıştı. Ama tüccarlar ve askerler geri döndüklerinde kimbilir neler anlatıyorlardı. (…) Antikçağ’dan Ortaçağ’ın sonuna dek, harikalar ya da olağandışılıklar diyarı Doğu üzerine anlatılanlar, her tür coğrafi keşiften sonra varlığını sürdüren edebi tür haline gelmişti.”
İskender’in yolculuğu, onun kahramanlık hikâyeleri ile bezenmişti. Olağanüstü topraklara gitmiş, korkunç insanlar, yaratıklarla çarpışmış… Böylece “Doğu’nun olağandışılıkları”nın bir alt türü olarak canavarlar başlığı belirdi. Bu masalsı varlıklar, hayvanlar ya da insansılar Ortaçağ Ansiklopedilerini doldurdu.
Yukarıda, “Nearkhos, İndus deltasından Basra Körfezi’ne uzanan bir rotayı kullanıma sokmuş” deniliyor ama o rotanın tamamında değise bile, bazı merhalelerinde rüzgârları, denizi, sığlıkları, kıyıları tanıyan deniz insanları vardı. Yabancı bir ordu, yabancısı olduğu coğrafyada kılavuzsuz hareket etmez. Ama yazılı kayıt bırakabilenler, ad koyar ve sahiplenirler.
*
Son olarak 1524 tarihinden bir kayıt aktarıyorum. Yine U. Eco’nun kitabından. Kayıt’ı düşen Antonio Pigafetta adlı İtalyan bir akademisyen, kâşif ve vakanüvis. I. İspanya Kralı Charles’ın bayrağı altında Ferdinand Macellan’ın genel kaptanlığını yaptığı ve organize ettiği Baharat Adaları keşif seferine katılmış. Sefer sırasında Macellan’ın asistanlığını yapmış, yolculuğun günlüğünü tutmuş. Yazılı kayıt bırakabildiği için Macellan Boğazı diye bir mekan adı bıraktı dünyaya.
“Malucolu yaşlı kaptanımız, yakınlarda Arucheto adında bir adanın olduğunu söyledi; Aruchetolu erkeklerle kadınlar bir arşından (*) uzun değilmiş, ama kendileri kadar büyük kulakları varmış. Birini kendilerine yatak yapıyor, diğeriyle üstlerini örtüyorlarmış. Kafaları kazılı, çırılçıplak dolaşıyor, çok koşuyorlarmış ve tiz bir sesleri varmış. Yer altındaki mağaralarda yaşıyor, şeftali ve ağaç kabuğu arasında yetişen, beyaz ve kurutulmuş kişniş gibi yuvarlak, ambulon denen bir şey yiyorlarmış. Ama güçlü su akıntıları ve çok sayıda sığ yer olduğu için oraya gitmedik.” (Dünya Çevresindeki İlk Yolculuğun Anlatımı)
“Buyur buradan yak” veya “ört ki ölem” denirdi eskiden bu gibi kafalara.
*
(*) Çarşı arşını 68 cm, mimar arşını 76 cm