Yılan yuvaları ve Sessizlik Yasası

‘’Yayın ve telkinleriyle isyanın çıkmasına sebep olmuşlardır. İşte biz bu yılan yuvalarını tahrip etmek ve susturmak azmindeyiz’’

MEHMET ALTAN

02.08.2016

 
P24’e haftalık ''basın tarihi'' yazıları yazmak için sınırları geniş tutulmuş bir geçmiş zaman diliminde hafıza tazeleme temrinleri yapıyordum.
 
11 Kasım 1831 tarihinde yayımlanan ilk Türkçe gazete Takvim-i Vekayi, bir İngiliz tarafından ilk nüshası 3 Temmuz 1840’da yayımlanan Ceride-i Havadis
 
Kimilerinin basın tarihinin başlangıcı kabul ettiği 21 Ekim 1860’da yayımlanan Tercüman-ı Ahval.
 
Bunların etrafındaki ilk gazetecilerin hikâyeleri, insan portreleri, bu gazetelerin yayımlandığı dönemin iç ve dış koşulları, sosyolojik arka planı… Bunlarla ilgileniyordum.
 
Ne var ki basın tarihindeki en eskilere giden tarihsel gezintim maalesef bir Cuma gecesi, birçok cevapsız soruyla birlikte ortaya çıkıveren ve onca insanın canına mal olan kanlı 15 Temmuz darbe girişimiyle sarsalandı.
 
* * *
 
Darbe girişiminin ardından Olağanüstü Hal ilan edildi.
 
Ardından yasama ve yargıyı devre dışı bırakan ve bu topraklardaki eski bir alışkanlık olan ‘’Kanun Kuvvetinde Kararname’’ler geldi.
 
Ve ilk kararnamelerle de, geçmiş yöntemlerden haberdar olanlar için sürpriz sayılmayacak bir şekilde darbecilerle eş tutulan medyaya taarruz başladı…
 
16 televizyon, 3 haber ajansı, 23 radyo, 45 gazete, 15 dergi, 29 yayınevi ve dağıtım kanalı kapatıldı, gazeteciler bölük bölük gözaltına alınıp tutuklanmaya başlandı.
 
Bu şartlar altında, benim basın tarihine yönelik ilk yazım da kronolojik bir sıçramaya uğradı.
 
Cumhuriyet tarihinin ilk olağanüstü hal dönemine yöneldim ve orada demir attım.
 
* * *
 
Güneydoğu’da Şeyh Sait İsyanı patlak verince, 1925’te İstiklal Mahkemeleri’nin ikinci dönemi başlar.
 
Mahkemelerin hedefinde, Güneydoğu’daki kalkışmanın yanı sıra Ankara ve İstanbul’da hükümete muhalefet eden çevreler vardır. Tek parti baskısından henüz uzak olan İstanbul basınında o sıralarda hâlâ özgür ve geniş bir eleştiri ortamı bulunmaktadır.
 
Buna büyük tepki duyan Ankara Hükümeti, ‘’muhalefeti ve eleştiriyi’’ tümden susturma kararı verir.
 
İşte meşhur ‘’Sessizlik Yasası’’, Takrir-i Sükûn, bu dönemde Meclis’e gelir.
 
Kanun şöyledir:
 
“İrticaa ve isyana ve memleketin sosyal nizamını, huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozmaya yönelen her türlü teşkilatı, tahrikleri, teşvikleri, teşebbüsleri ve yayınları hükümet, cumhurbaşkanının onayı ile yasaklamaya yetkilidir. Sanıkları Hükümet İstiklal Mahkemeleri’ne verebilir.”
 
Tek parti zihniyetinin simgesi Recep Peker bu ‘’Sessizlik Yasası’’nı şöyle savunur:
 
“İstanbul gazetelerinin memlekette ne kadar müessese ve makam varsa hepsini tahribe geçtiğini görüyoruz. Şeyh Sait İsyanı’nın en birinci müsebbibi bunlardır. En başta Millet Meclisi olmak üzere bütün müesseselere saldırdılar.
 
Bu kanunun teklif edilmesine de İstanbul basını sebeptir. Çünkü yayın ve telkinleriyle isyanın çıkmasına sebep olmuşlardır.
 
İşte biz bu yılan yuvalarını tahrip etmek ve susturmak azmindeyiz. Bunları ezmedikçe vatan bir gün bile rahat etmeyecektir. Elimizdeki kanunlar bu tahrip araçlarını arayıp bulacak ve seslerini boğacaktır. Bu yılanlar, bu zehirli yuvalar, kanun kuvvetiyle dezenfekte edilmedikçe, memleketin rahat yüzü görmesi ihtimali yoktur. İşte bu sebeple bu kanunu Yüksek Meclis’in kabul etmesi bir vatani mecburiyettir.”
 
Meclis, 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nu kabul eder. Bu, tam anlamıyla diktatörlük uygulamalarına yol veren bir yasadır.
 
Önce iki yıl için kabul edilen bu olağanüstü durum kanunu, sonra iki yıl daha uzatılır ve 1929 yılına kadar yürürlükte kalır.
 
Kanunun yürürlüğe girmesiyle ‘’can sıkan’’ tüm gazeteler kapatılır, ‘’can sıkan’’ bütün gazeteciler de tutuklanır.
 
Zulüm başlar.
 
* * *
 
İlk olarak Hüseyin Cahit Yalçın tutuklanır.
 
1875 yılında doğup, 1957 yılında ölen Hüseyin Cahit Yalçın’ın yaşamı birebir Türkiye serüvenidir. Neredeyse basın tarihinin hülâsasıdır.
 
Yazı hayatına Servet-i Fünun Dönemi’nde edebiyatçı olarak başlamıştır.
 
II. Meşrutiyet, Atatürk, İsmet İnönü dönemlerinde her zaman etkili kalemiyle yazdığı eleştirilerle, girdiği sert polemiklerle, aynı zamanda da kültürün yaygınlaşmasına destekleriyle tarihe mal olmuş bir gazeteci, yazar ve siyaset adamıdır.
 
İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmasını tarihler şöyle nakleder:
 
“13 Şubat 1925’te çıkan Şeyh Said İsyanı sonrasında İsmet Paşa (İnönü) önderliğinde kurulan yeni hükümet, Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkarmıştı. İsyanın sorumlusu olarak İstanbul basını gösterilince Takrir-i Sükûn Yasası ile kurulan iki İstiklal Mahkemesi’nden birisi İstanbul’a gönderildi ve çoğunluğu muhalif olarak tanınan birçok basın organı 6 Mart 1925 günü kapatıldı.
 
Aynı gün Hüseyin Cahit, bundan böyle siyasal yazılar yerine hatıra, ilmî makale ve hikâyeler yazacağını duyurdu.
 
Ne var ki Terakkiperver Parti’nin İstanbul Merkez Şubesi’nin 12 Nisan’da aranmasını gazetede “dün gece Terakkiperver Fırka basıldı” biçiminde duyurunca, Tanin de 16 Nisan’da süresiz kapatıldı.
 
Gazetenin sahibi ve başyazarı olan Hüseyin Cahit, 20 Nisan’da Cebeci Hapishanesi’ne konuldu. 7 Mayıs 1925’te sonuçlanan dava sonucu Çorum’da ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldı.”
 
* * *
 
Tanin Gazetesi’ni kapadıktan sonra yıllar geçer, Hüseyin Cahit Yalçın 11 Eylül 1948’den itibaren CHP’nin resmî yayın organı olma özelliği taşıyan Ulus Gazetesi’nde başyazar olur.
 
En önemli polemiklerini Nadir Nadi ile yapar.
 
Ulus, Yeni Ulus adı ile 8 Aralık 1953’de yeniden yayınına başladığında, Yalçın bu gazetenin de başyazarıdır.
 
Demokrat Parti yönetimine karşı yazdığı bir yazısından dolayı 1954’de 79 yaşında tutuklanarak yeniden hapse girer ve kısa süre sonra Cumhurbaşkanı tarafından bağışlanarak çıkar.
 
Cezaevinden çıktıktan sonra da yazı yazmayı ve iktidarı eleştirmeyi sürdürür. 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili adayı olur ancak seçimlerin sonucunu öğrenemeden 18 Ekim 1957 tarihinde İstanbul’da ölür.
 
Mezarı, Feriköy Mezarlığı’ndadır.
 
* * *
 
Hayatı, yakın tarihin bir özeti gibi olan Hüseyin Cahit’in İstiklal Mahkemesi’ndeki tarihî konuşması da unutulmazdır.
 
Mahkemede kendini şöyle savunur:
 
“Engizisyon devrinden sonra, medenî ve hür dünyada ve bilhassa egemenliğin halka dayandığı bir demokrasi ve cumhuriyette kimse fikir ve mesleğinden dolayı suçlanamaz. Mesleğe, fikre ceza yoktur. Reis beyefendi hazretleri, bu, adaletin öyle yüksek bir kanunudur ki Teşkilat-ı Esasiye ile yönetilen hür ve uygar milletlerin hepsi onun önünde boyun eğmeye mecburdurlar.
 
…Cumhuriyetçi değil miyim? Laik değil miyim? İlerilik âşığı değil miyim? Demokrasinin savunucusu değil miyim? Siz benden nasıl şikâyet edebilirsiniz? Bırakınız benim tutumumu mürteciler ve padişahçılar beğenmesinler…
 
…Basın özgürlüğünü zararlı görmek, bunun memlekette kötü sonuçlar verdiğini söyleyerek gazetecileri mahkûm etmeye kalkmak adalete aykırıdır. Mademki bu memleket halk egemenliği prensibi ile kendini yönetecektir, mutlaka basın özgürlüğü olacaktır. Hem de sınırsız bir basın özgürlüğü. Çünkü bütün dünya kabul eder, basın özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. En saydığımız ağızlar bize ‘basın özgürlüğünün ilacı gene basın özgürlüğüdür’ demiyorlar mı? Bunlar demiyorlar ki, basın özgürlüğünün ilacı sonra da bir İstiklal Mahkemesi kurarak ve bu kanunun kapsamına geçmişteki olayları da alarak gazetecileri mahkûm etmek olsun.”
 
* * *
 
1925’den bu yana 91 yıl geçti… Gene olağanüstü hal, gene Kanun Kuvvetinde Kararname, gene yasak, gene baskı, gene tutuklama, gene hapis.
 
Gene muhalif olmak, hedef olmak için fazlasıyla yeterli.
 
İnsan basın tarihini okurken, kendini, aynı izin peşine düşerek karlı bir ormanda kaybolmuş gibi hissediyor.
 
Dön dolaş hep aynı yere geliyorsun.