İstiklal Mahkemesi’yle burjuva devrimi yapılır mı?

Şeyh Sait İsyanı, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasına yol açtı

MEHMET ALTAN

20.02.2019

 

Şeyh Sait İsyanı, Bingöl’e bağlı Genç ilçesinin Piran köyünde 13 Şubat 1925’te başladı. Şubat ayı biterken Doğu’da geniş bir alanda üstünlük sağlamıştı.

Nakşibendi tarikatının önde gelen isimlerinden biri olması, zenginliği , Doğu’nun feodal düzeni içerisindeki ağalık sıfatı…. Bütün bu özellikleriyle Şeyh Sait Kürtler üzerinde  etkili bir isimdi . 

***

Başbakan Fethi Okyar, Atatürk tarafından verilen görev üzerine 25 Şubat 1925’te, iktidarın söylemi ile  “inkılap karşıtlarının sığınağı” hâline gelmiş bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ileri gelenlerinden partilerini kapatmalarını istedi. 

Partinin Genel Başkanı Kâzım Karabekir bu garip talebi, “Hükümet istiyorsa partiyi kendi kapatsın” diye yanıtladı.

Bu talebin kabul edilmemesi, sert yöntemlere başvurulmasının başlangıcı oldu.

***

Atatürk, bu kez “ılımlı” kişiliğiyle tanınan ve isyana gereken hassasiyeti göstermediğini düşündüğü Başbakan Okyar’dan istifasını istedi. 

Hükümetin istifa etmesi üzerine, başbakanlık görevini İsmet İnönü’ye verdi. 

İnönü’nün isyan hakkındaki düşünceleri Atatürk’ün düşünceleriyle örtüşüyordu.

İnönü’ye göre bu isyan olağan tedbirlerle bastırılabilecek basit bir eşkıyalık olayı değildi. Genç Cumhuriyet’in getirdiği ilkelere karşı bir ayaklanmaydı.

***

Takrir-i Sükûn dönemini kısa bir özet olarak yazarken; bu topraklarda siyasetin sorun çözemediğine ve buraları iyi yönetemediğine bir kez daha kanaat getirdim. 

Yönetim beceriksizliğinin halka geri dönen faturası ise hep fakirlik ve  ağır baskı oldu…

1925’teki Şeyh Sait İsyanı önü ve arkası olmayan tek bir trajik toplumsal sarsıntı değildir.

Sorunları çözecek en ufak bir maharet gösterilemediği için bölge kanlı depremler coğrafyası olarak kalmıştır…

Düşünün ki…. 

Şeyh Sait İsyanı’ndan çok sonra ,1937-38 yıllarında patlak veren  Dersim Olayları sırasında dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, 1876 yılından beri bölgeye 11 askerî harekât düzenlendiğini, ancak bir çözüm sağlanamadığını belirtir.

Osmanlı döneminde de bölgede pek çok ayaklanma yaşanmıştır.

***

Cumhuriyet farklı olabildi mi?

O zamanlar bölgenin coğrafî yapısı  ve merkeze uzaklığı nedeniyle merkezî otoritenin tam sağlanamaması, ağalık tarzı feodal bağların kuvvetli olması gerekçe gösterilirdi.

Peki, daha sonra sorunlar bitti mi? Sorunu çözemez isen sorun biter mi?

***

İnönü, bir elinde ayaklanmayı ordu müdahalesi ile bastırma kararı, diğer elinde Takrir-i Sükûn kanun tasarıyla 3 Mart’ta Başbakanlık görevine geldi.

4 Mart’ta meclisten güvenoyu alan hükümet, aynı gün Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarttı. 

Takrir-i Sükûn Kanunu'nda şöyle deniyordu:

«İrticaa ve isyana ve memleketin sosyal nizamını, hu­zur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozmaya yönelen her türlü teşkilâtı, tahrikleri, teşvikleri, teşebbüsleri ve yayınları Hükümet Cumhurbaşkanının onayı ile yasakla­maya yetkilidir. Sanıkları Hükümet İstiklâl Mahkemeleri­’ne verebilir.»

Meclis'te 22 redde karşılık 122 oyla kabul edilen bu yasa hükümete, olağanüstü hâl yetkileri tanımış; Hükümet, bu yasayla, “huzur ve sükûnu” bozmaya yönelik her türlü girişim, örgüt ve yayını yasaklama yetkileriyle donatılmıştı.

***

Hükümet basın ve ifade  özgürlüğünü dilediği gibi kısıt­layabilir, gazeteleri kapatabilir, İstiklâl Mahkemeleri de hu­kuk kurallarına uymayan kararlar alabilirdi. Dikta  yetkileri kanunlaşmıştı.

Kanun çıktıktan bir gün sonra, 6 Mart 1925 cuma günü Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul'da altı gazete kapatıldı: Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklâl, Sebilürreşat, Aydınlık ve Orak Çekiç. 

Ertesi gün Adana’da Toksöz ga­zetesi kapatıldı.

9 Mart 1925’te de beş gazete da­ha kapatıldı: Sada-yı Hak (İzmir), İstikbal (Trabzon), 

Kah­kaha (Trabzon), Presse du Soir (İstanbul), Savha (Ada­na).

15 Nisan 1925’te ise Tanin süresiz olarak kapatıldı. Ardından Resimli Ay dergisinin yayınına son verildi. 12 Ağustos 1925’te Vatan’ı da bu kervana kattılar.

***

Takrir-i Sükûn kabul edildiği gün alınan bir başka meclis kararıyla biri Ankara’da diğeri de ayaklanma bölgesinde görev yapacak olan iki İstiklal Mahkemesi kuruldu. 

Hükümetin sıkıyönetim mahkemelerinde verilen idam cezalarının, ilgili bölgelerdeki ordu kumandanlıkları tarafından Ankara’ya bildirilmeksizin, temyiz yolu kapalı olarak ve derhal infazını mümkün kılan bir önergesine karşı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın direnişi de sonuçsuz kaldı.

Böylece hükümetin ve İstiklal Mahkemeleri’nin faaliyetlerinde tamamen hukuktan âzâde, keyfî, korkunç bir süreç başladı. Birçok anı kitabı o zulümleri kan donduran biçimde hikâye eder.

***

Şark İstiklal Mahkemesi’nin başkanlığına Denizli Mebûsu, Mazhar Müfit Kansu seçildi. 1872 Denizli doğumlu olan Mazhar Müfit Kansu, yurdun çeşitli yerlerinde mülkî idare âmirliği yapmıştı. Ayrıca temsil heyeti üyeliği ve milletvekilliği de yapan Kansu, Erzurum Kongresi'nden ölümüne dek Atatürk’ün en yakınındaki isimlerden biri olmuştu. 

Mazhar Müfit Kansu 2 Kasım 1925’te Mahkeme Başkanlığı görevinden istifa etti ve yerine Hacim Muhiddin Çarıklı seçildi. Onun da 20 Kasım 1926 yılında görevinden istifa etmesiyle, Urfa Mebûsu Ali Saib Ursavaş mahkeme başkanı oldu.

Diyarbakır’da görev yapan Şark İstiklal Mahkemeleri, mayıs ayı sonunda tamamen bastırılan Şeyh Sait İsyanı sonrasında, Şeyh Sait ve adamlarını yargılayarak, 28 Haziran tarihinde haklarında idam kararı verdi. 

Bu cezalar 29 Haziran’da infaz edildi.

***

Şark İstiklal Mahkemesi, ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttığı gerekçesiyle, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Urfa teşkilatının sorumlu sekreteri olan emekli Yarbay Fethi Bey hakkında da dava açtı. 

Dava sonucunda Fethi Bey beş yıl hapse mahkûm edilirken mahkeme, bu davaya dayanarak 25 Mayıs’ta partinin mahkemenin görev bölgesi içindeki bütün şubelerini kapatma kararı aldı.

Gene Şark İstiklal Mahkemeleri’nin verdiği bir başka önemli karar, tekke ve zaviyeler ile Şeyh Sait İsyanı arasındaki ilişkiye dayanarak kendi görev bölgesindeki tüm Tekke ve Zaviyeleri kapatmasıydı.

Bu karar, 30 Kasım 1925’te çıkacak olan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun için önemli bir temel teşkil etti.

***

Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin baktığı bazı davalarda bu parti ile ayaklanma arasında ilişki kurması nedeniyle hükümet, 3 Haziran’da Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak fırkayı tamamen kapattı. 

Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanlığını Afyon Mebûsu Ali Çetinkaya yürütmekteydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Ali Çetinkaya, 1911 Trablusgarp Savaşı’nda Mustafa Kemal’le birlikte savaşmıştı.

Ankara İstiklal Mahkemesi 25 Kasım 1925 tarihli Şapka Kanunu’na muhalefet bahanesiyle çıkan ayaklanmaların bastırılmasında ve 1926 yılının Haziran ayı ortalarında gerçekleşen “İzmir Suikastı” gibi rejimin tesisinde belirleyici bir yeri olan olaylarda önemli bir rol oynadı. 

Ayrıca yalnız o dönem için değil, sonraki yıllar için de ülkede, en ufak bir muhalefetin bile gelişebilmesi imkânının engellenmesinin acildi. 

Ağır ve baskıcı, bunaltıcı bir rejimin altyapısı oluşturuldu. Tek parti faşizmine özenenler bu geçmişten örnek aldı. 

***

1925-1926 yıllarında rolünü icra eden Şark İstiklal Mahkemesi ile Ankara İstiklal Mahkemesi’nin çalışmaları, 7 Mart 1927’de görev süreleri uzatılmadığından kendiliğinden son buldu. 

Takrir-i Sükûn Kanunu ise 4 Mart 1927 yılında alınan meclis kararıyla iki yıl daha uzatılarak 4 Mart 1929 tarihine kadar yürürlükte kaldı.

Kanun lâyihasının Meclis'teki müzakereleri sırasında sadece Başvekil İsmet Paşa söz aldı. İsmet Paşa, en önemli tehlikenin aslında Şeyh Sait İsyanı ile ortaya çıkan fiilî hareket olmadığını, asıl tehlikenin "memleketin umumî hayatında hâsıl olan teşevvüş (karışıklık) ve tezebzüb (kararsızlık)" olduğunu söyledi. İsmet Paşa'ya göre Takrir-i Sükûn Kanunu "bu müşevveş (karışık) hakayık-ı eşyayı (şeylerin hakikatleri) görmek için memleketin üzerine gerdiği kalın dumanı izale (ortadan kaldırmak) eylemiştir."

İsmet Paşa, İstiklal Mahkemeleri’nin mücadelesinden takdirle söz etmektedir. Ona göre İstiklal Mahkemeleri sayesinde iyi ve kötü birbirinden ayrıt edilebilmiştir. Bunları söyler ama İstiklal Mahkemeleri’nin tekrar teşkil olunmasını teklif etmeyeceklerinin de altını çizer. 

Şiddetli ve sürekli alkışlar eşliğinde konuşmasını bitirdikten sonra oylamaya sunulan kanun lâyihası kabul edilir ve Takrir-i Sükûn Kanunu iki yıl daha uzatılır.

***

Şeyh Sait İsyanı, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasına ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına yol açtı. 

Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte kaldığı dört yıl boyunca ise Şapka Kanunu (25 Kasım 1925), Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması (30 Kasım 1925), Medeni Kanunun Kabulü (17 Şubat 1926), Harf Devrimi (1 Kasım 1928) gibi modernleşme  devrimleri hayata geçirildi.

Atatürk, Nutuk'ta, Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlükte olmasaydı yine yapılacağını söylediği bu modernleşme devrimlerinin, kanunun yürürlükte olması nedeniyle daha kolay hayata geçirildiğini söyler ve kanunun istibdat vasıtası olarak kullanıldığını savunan çevrelere karşı şu cevabı verir: 

“Biz her vasıtadan yalnız ve ancak bir tek temel görüşe dayanarak yararlanırız. O görüş şudur: Türk milletini medenî dünyada lâyık olduğu mevkie yükseltmek, Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temeller üzerinde her gün daha çok güçlendirmek…”

***

Türkiye medenî dünyada lâyık olduğu mevkiye nasıl yükselecek ?

Sosyal değişimin önünü açıp, zafiyetli noktaların toplumsal dönüşümle giderilmesi yoluyla mı?

Yoksa, İstiklal Mahkemeleri marifetiyle terör yayarak yapılacak kararname devrimleriyle mi?

Batı'da kıyafet devrimi, din ile devlet işlerinin kesinkes ayrımı v.s. üretim biçiminin değişiminin, tarımdan sanayiye dönüşmenin doğal sonucu olarak meydana geldi.

Bizde burjuvazi, sermaye birikimi, sanayileşme süreçleri yok, onun yerine Resneli Niyazi, İttihat ve Terakki ya da askeriyenin öncülüğü söz konusu olmuş.

Ama sosyal değişim kendi mecrasında doğal biçimde gerçekleşmediği için sağlam bir zemine de oturmuyor.

Bir bakıyorsun aynı baskıcı yöntem ve kararnamelerle geriye dönük çabalar ortaya çıkıveriyor, demokratik direnç de zayıf kalıyor.

Belki de yaşanan dramların sebebi bu…

Dünyada sosyal bir sınıfın ve üretim biçiminin yaptığı doğal değişimi hep sûnî teneffüsle gerçekleştirmeye kalkışmak. Üretim biçiminin değişiminin kaynağını oluşturacak olan özgür ve demokratik bir ortamı engellemek…

Sonunda ne oluyor, sorunlar hiç değişmiyor… Çünkü sorun sorun çözememek.